Terapi kelimesi Fransızca thérapie “tedavi”. Sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük eski Yunanca therapeía θεραπεία “bakım, hasta bakma” (Nişanyan Sözlük, Erişim 28 Ocak 2023. https://www.nisanyansozluk.com/kelime/terapi) sözcüğü kökeninden gelmektedir. Nişanyan bu sözcüğün Türkçedeki kullanımının “Terapi” müstakilen kullanımının “Psikoterapi” olduğunu belirtmiştir. ”Çok iyi bir kaynak olan Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde “Hekimin hastayı sağaltmakta yararlandığı, uyguladığı psikolojik araçların tümü” olarak tanımlanmaktadır.”(Köroğlu, E. (2017). Psikoterapi Yöntemleri, Ankara, Boylam Psikiyatri Enstitüsü, Esenkal Yayıncılık, s. Önsöz)
1879’da modern psikolojinin kurulduğu Wilhelm Wundt’un Leibzig’deki ilk laboratuvarından günümüze gelene kadar Psikoloji bilimi belki diğer pek çok alanla kıyaslanamayacak ölçüde hızlı yol almıştır. Klinik Psikoloji için de durum çok farklı değildir. Wundt’un Amerikalı öğrencilerinden Lightner Witmer ilk klinik psikolog kabul edilir. Doktora çalışmalarını Wundt’un Laboratuvarında tamamlayan Witmer, sonraki yıllarda Pensilvanya’daki Psikoloji Laboratuvarının yöneticiliğini yaptı. “Mart 1896’dabir bölge okulu öğretmeni olan Margaret Maguire, Witmer’den, “kronik olarak kötü heceleyen biri” olarak görülen öğrencisi Charles Girman’a yardım etmesini istedi. Okul öğretmeninin Witman’a “bu vakayı al” demesiyle ilk klinik psikolog oldu ve açtığı kuruluş aynı zamanda dünyanın ilk psikoloji kliniği olan bir kurum haline geldi.” (Benjamin, 2005; Routh, 1994) Sonraki yıllarda Klinik gelenek içinde Cahrcot ve Breuer’in öncülük ettiği ve Sigmund Freud’un temellerini attığı Psikodinamik gelenek, Psikanalize bir tepki ve alternatif olarak doğan aynı zamanda kendisi de psikanalitik gelenekten gelen Carl Rogers’ın öncülüğünü yaptığı Hümanistik gelenek, Gestaltçılar, Davranışçı ve Bilişsel Davranışçı Gelenekler ve bunlara eklemlenen diğer postmodern yaklaşımlar. Klinik geleneğin tüm bu alt bileşenleri patalojiye odaklandılar ve zaman içinde bir çok terapi yöntemleri ve teknikleri geliştirdiler.
- Amaç:
Bu makalemin amacı neredeyse tüm psikoterapi yöntemlerinin, terapötik görüşme ortamının fiziksel koşullarını ve terapiyi uygunluğunu planlarken ya gözden kaçırdıkları ya da gözle görülemeyecek kadar az değindikleri doğa faktörünün üzerinde durmaktır. Kaynaklarda hemen hemen tüm yaklaşımlar için görüşme ortamı ile ilgili önerilerin neredeyse tamamı bir görüşme odasının nasıl dizayn edileceği, oturma düzeninin nasıl olacağı, ortamda bulundurulması gereken objeler, tablolar nasıl olamalı gibi detaylardan ibaret. Oysa bir doğa canlısı olarak insanın, ruhsallığı ile ilgili yaşadığı problemlerin büyük çoğunluğu çevresi ile yani öteki ile kurduğu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Çevreyle kurulan bu ilişkiyi anlamaya çalışma meselesi, insanı kendi iç dünyası içindeki ruhsallıkta anlamaya çalışan Psikanaliz için dahi böyledir. Id, ego ve süperego. Bu parçaların her biri, bir yandan, birbirini dışlayan ötekiler iken, diğer yandan bir araya gelip ben’i inşa etmek için işbirliği yapıp uyum içinde bir ve aynı şey oluyorlar. Aynı uyum, ona kendi ontolojik, bedensel, fiziksel bedenini veren doğa ile de kurulmak zorundadır.
Doğa ve insan ruhsallığı arasındaki en önemli bağ, klasik kartezyen dualizm yanılgısı ile Desacartes’in yüzünü yere eğdiren, insan bedeninin bizzat kendisidir. Bu tartışmaya girmeyeceğim, ancak şuna değinip geçelim. Ruh ve beden ayrı şeyler değildir. Aynı zaman da bir bireyin ruhu da diğer bir bireyin ruhundan ayrı şey değildir. Bu sadece insan türü için de değil doğadaki diğer tüm canlıların, bitkilerin, hayvanların ruhları da birbirinden ayrı şeyler değildir. Evrimsel kökenlerimiz ile ilgili bilimsel araştırmalar tek bir soy ağacından gelen akrabalar olduğumuzu gösteriyor ise, beden ve ruh da ayrı ayrı şeyler değiller ise , insan ruhsallığı ile gorilin, insan ruhsallığı ile balinanın, insan ruhsallığı ile lalenin, orkidenin, insan ruhsallığı ile ceylanın, insan ruhsallığı ile kayın ağacının, okyanusun, ırmakların ve dağların ilişkisi vardır. Salgınların, iklim krizlerinin, doğal felaketlerin artması ile İnsanın doğa ile ilişkisinin öneminin vurgulandığı, insan ve doğanın, doğa ve tanrının bir ve bütünlüğünü vurgulayan felsefi yaklaşımların yeniden gündeme geldiği günümüzde, psikoterapi ortamlarının bu ilişkinin yeniden kurulduğu fiziki ortamlara ihtiyacı olduğunu vurgulamamız gerekmektedir.
Bu makalemin temel amacı insan ruhsallığının doğa ile bu derece önemli düzeyde ilişkisi olduğu gerçeği ortada iken, klinik psikoloji alanında, psikoterapi ortamlarının fiziki şartlarının oluşturulmasında, bu konudaki yönergeler ve öneriler hazırlanmasında, doğa ile olan ilişkinin göz ardı edilmemesi gerektiğini vurgulamak, klinik ve görüşme ortamlarının yeniden düzenlenmesi gerektiğine dikkat çekmektir.
- Yöntem ve Sınırlılıklar
Makalemin yöntemi olarak olarak belirlediğim literatür taraması sırasında ulaştığım hemen hemen tüm kaynaklar, terapi yaklaşımının türüne göre geleneksel terapi odasındaki oturma düzeni, mahremiyetin sağlanması, odada bulunması ya da bulunmaması gereken objeler, süre sınırı gibi ayrıntılardan ibaretti. Makalemin konusunun önemine vurgu yapacak kaynak bulmak zorlandım. Görüşümü destekleyecek küçük bir alıntı ise “ Diğer bazı danışmanlık ve psikoterapi aktivitelerinin, danışan ile görüşmecinin dışarıda koşu yaparken, yürürken, dans ederken ya da rahat bir ortamda, mesela güzel bir günde, bir ağacın altında otururken yapıldığı rapor edilmiştir.”(Hayes, Strosahl & Wilson, 1999; Granit & Barney, 2002; Malchiodi, 2005) metnini içeren bir alıntıdan ibaretti. Kullandığım yöntem aynı zamanda bu konudaki sınırlılıklarımı da görmemimi sağlaması açısından önemli olduğu gibi, ortaya çıkan sınırlılık durumunun kendisi ihmal edildiğini öne sürdüğüm durumun kanıtı niteliğindedir.
- Geleneksel Görüşme Odası
Psikoloji tarihi boyunca ortaya çıkan tüm gelişmeler, gelenekler, yaklaşımlar, teknikler, patolojiler, yöntemler, tanımlar, özetle tüm bu hikaye sanayi toplumuna geçiş sonrası şehirde yaşayan insanın yaşam pratikleri içinde ortaya çıkmıştır. Bir başka ifade ile psikolojinin hikayesi bir anlamda şehrin, şehirlinin hikayesidir. Oysa insan için Jared Dimaond’un işaret ettiği “En uygun başlangıç noktası olarak son Buzul Çağı’nın sonu olan 11.000 yıl öncesi düşünülebilir.” (Diamond, J. Tüfek Mikrop ve Çelik, 2018, Pegasus, Önsöz: Dünya’nın Türkiye’ye Borcu, s. xii) işaret ettiği sıfır noktasından sanayi devrinin başlangıcına kadar insanlar tarım binlerce yıl tarım toplumunda, yani doğada yaşamlarını sürdüregeldiler. Sanayi devrimi öncesinin şehirleri için de durum böyleydi. Bir çoğumuz, çok yakın tarihe kadar, içinde yaşadığımız ve onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış İstanbul’un bile pastoral niteliklerini koruduğunu hatırlarız. Sokaklarında keçilerin dolaştığı, dutluklarında çocukaların oynadığı, sayfiyelerinde pikniklerin yapıldığını hatırlar. Göç olgusu ile birlikte şehirlerimiz hızla değişirken, yaşam stillerimiz de değişti. Bu gün, sosyoloji alanında yetkin herhangi birine sorsak, yaşadığımız ruhsal problemlerin, patolojilerin tek sorumlusunun bu hızlı değişim sürecine uyum sağlamakta zorlanın insanın, şehirdeki yeni yaşamında ortaya çıkan anomi olduğu söylemekte tereddüt etmeyecektir. Şehirlerimiz değişirken bizler doğadan hızla uzaklaşıyoruz. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de uzunca bir süre çarpık ve aşırı yapılaşmanın getirdiği dezavantajların başında yeşil alanlara erişim sorunları gelmektedir. Şehirlerin betona boğulmuş sokaklarında oluşan sıkışmışlık hissi ile İstanbul’un kalabalık sokakları arasında yaşadığı halde, tek başına başka bir semten diğerine gidebilecek yaşa gelene kadar, belki bir nehir, bir dağ, belki yıldızları bile görmeden büyüyen çocuklar vardır. Sorun şu ki; Bu çocuklar önünüzdeki 5- 10 yıl içerisinde potansiyel danışanlar olarak psikologların kapısını çalacaklar. Peki aynı sıkışmış şehrin içinde köhne bir apartman dairesinde, ya da kasvetli bir plazada, bir iş merkezinde konuşlanmış, aynı kaotik şehrin kasvetini taşıyan, bu sıkışmış psikoterapi kliniğinin dört duvarı arasında bir oda, bu çocuklar için gerçekten nefes alabilecekleri bir vaha, bir ada olabilecek mi? Sıkıştıkları kasvetli sokaklardan kaçan bu çocukları, yönergelere uygun şekilde titizlikle düzenlenmiş, dört duvar iki koltuktan ibaret bu terapi odalarında tedavi etmek istediğimizden gerçekten emin miyiz?
Bu bölümü geleneksel terapi odasının nasıl düzenlenmesi gerektiğini anlatmak için ayırmıştık, ancak geldiğimiz nokta itibarıyla böyle bir detaya gerek kalmamış gibi görünüyor.
- İnsan Ruhsallığının Doğa ile Ontolojik İlişkisi
İnsan ruhsallığının doğa ile ontolojik ilişkisi üzerine düşünen önemli filozoflardan biri Spinoza’dır. Spinoza’nın belki problematik bir şekilde doğa ve tanrıyı birbirine özdeş kıldığı panteist varlık düşüncesine göre; bir tek tözün varlığından söz edilebilir oda doğadır. Doğa ise tanrıdır. Spinoza, “Özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedeni (causam sui) diyorum.” (Spinoza, B.(2011), Ethica (Çeviri: Ülken H.Z), Dost yayınevi, s. 13) cümlesi ile başlayan aksiyomatik metin mimarisi ile oluşturduğu Ethica’sında insan dahil doğadaki tüm varlıkların, tek bir tözün yani tanrının uzay ve zaman sıfatlarının ortaya çıkışı olarak betimler. Spinoza’nın bu tanrı tasarımı içerisinde doğa ve insan birbirinden ayrı şeyler değillerdir. Tüm varolanlar bir ve aynı şeyin farklı görünümleridir. “Tanrıdan başka cevher olamaz ve tasarlanamaz.” (Spinoza, B. S. 18) diyerek kainattaki tüm varlıkların cevher olarak yani öz’ünde bir oldukalarını ve tüm varolanların töz’ünün tanrı olduğunu yani panteist ifadesi tanrı ile özdeş doğa olduğunu ifade etmiştir.
Varlık nedir Varlığın özü nedir? Sorularının cevabını tikel nesnelerde arayan klasik felsefi düşüncelerin tam aksine, içinde yaşadığı dönemin ağır baskılarına rağmen, kabaca varlığın özü tanrıdır, tanrıdan başka töz ve varlık yoktur, var olanlar onun tavırlaşmalarıdır, doğa tanrıdır diyerek doğayı bir ve bütün olarak ifade etmiştir. “Alemde yayılmış olan bütün tikel şeyler, Tanrının sıfatlarının duygulanışlarından ya da Tanrının sıfatlarını filân ve filân belirli tarzda ifade eden tavırlardan başka bir şey değildirler:”( Spinoza, B. s.23) Doğadaki tüm canlıların birbiriyle temas ve iletişim halinde bulunduğu, çok yakın zamanda yapılan bilimsel keşiflerde, ağaçların dahi birbiriyle iletişim halinde olduğu, akraba topluluklar oluşturdukları, kendi aralarında enerji transferi yapmak suretiyle yardımlaştıkları ile ilgili bilimsel araştırma bulgularının olduğunu da biliyoruz. Spinoza’nın doğa görüşü ile ilgili derin felsefi meseleler bu makalemin konusu değil, özetlemek gerekirse; özü itibarıyla bir ve aynı olan şeyin, tavrılaşmaları itibarıyla her bir tikel görünümü onun bütünü ile bir ve aynı şeydir. Bu türden bir doğa tasarımında diyebiliriz ki; okyanusun derinliklerindeki rengarenk bir resifin dip dalgalarıyla salınmasını izlemek tanrıyı izlemektir, bir ağacın gölgesinde serinlemek tanrının gölgesinde serinlemektir, bir kelebeğin kanatlarına dokunmak tanrının kanatlarına dokumaktır ya da kalbi kırılmış bir çocuğun ruhuna dokunmak tanrının ruhuna dokunmaktır ve tabiatta varolanların tümü birbirine bağlıdır, bir ve aynı şeydir.
Spinoza’nın doğa tasarımı, ruh ve beden ikiliğini de dışlayarak insanı, doğayı ve tanrıyı ontolojik olarak bir araya getirmektedir. Spinoza’nın kurduğu doğa tasarımını doğa ve tanrının özdeşliği bağlamında eleştiren karşıt görüşler dahi, onun doğa tasarımının birliği ve bütünlüğü konusunda hemfikirdirler. Tartışma bir yana bırakırsak, Spinoza’nın ontolojisi; doğayla savaşan, patolojilerle boğuşan modern insan için iyi bir seçenek ve çıkış yolu sunmaktadır.
- Doğada ve Şehirde Patalojik Durumlara Genel Bakış
Yukarıda da değindiğimiz gibi, klinik geleneğin kaydettiği tüm gelişmeler de olduğu gibi ortaya çıkan patolojiler de bir bakıma şehrin hikayesini yansıtmaktadır. Elbette psikolojik sorunların sadece modern şehirlerde yaşayan insanların sorunları olduğundan söz etmiyorum. Belki şu küçük örnek kast ettiğim şeyi açıklamaya yardımcı olacaktır. Örneğin çok güncel bir bağımlılık türünü ele alalım. Teknoloji bağımlılığı, bilgisayar oyunları bağımlılığı gibi bağımlılıklardan şikayet ediyor olmamızın nedeni nedir? Cevap şöyle olacaktır; Çünkü çocukların parklarda akranlarıyla koşarak, oynayamalarının normal olduğunu, bunun yerine hareketsiz bir şekilde bilgisayar başında saatlerce vakit geçiriyor olmaları ise normal değildir. Bu norm kültürlere göre değişen bir norm da değil evrensel bir normdur. Çocuklar doğada vakit geçirmeli, çayırlarda koşup oynamalıdır. Bunun böyle olduğuna kimse itiraz etmeyecektir. Öyleyse bu bir bağımlılıktır ve böyle olup olmadığını tartışmaya gerek yoktur. Dolayısıyla doğada koşup oynayan çocuklar şehirde bilgisayar başında vakit geçiren çocuğa göre daha sağlıklıdır. Bu örnekleri büyükler için de sayıp çoğaltmak mümkündür.
Psikolojik rahatsızlıkların şehirde mi yoksa doğaya erişim imkanlarının olduğu ortamlarda mı daha sık görüldüğü ile ilgili bir araştırma verisine henüz erişemedim. Bu durumu hem bir sınırlılık hem de bir araştırma önerisi olarak not etmekle birlikte; Hastanelerde terapi bahçelerinin iyi olma haline etkilerinin incelendiği çalışmalar bulunmaktadır. Mimarlık programı ile ilgili bir yüksek lisans araştırmasının sonuçlarına göre “Doğal alanlar ekolojik (hava kalitesi düzenleme), ekonomik (ürün elde edilmesi), sosyal (insanlara rekreatif olanaklar sunması) ve psikolojik (insanların ruhsal olarak rahatlamasını sağlama) yönden birçok özelliği ile insan yaşamına olumlu katkılar sunmaktadır. Doğal alanların sözü edilen bu katkılarından dolayı yapılan birçok araştırma sonucunda strese maruz kalındığında doğadaki görüntülerin hızlı ve etkili bir şekilde sakinleştirici bir etki yaratmasıyla, stres hormonlarının, solunum hızının, tansiyonun düşmesine etki ederek ruh halini düzenlediği belirtilmiştir.” (Yılmaz, E. 2017, İstanbul, Hastanelerde Terapi Bahçelerinin yi Olma Haline Etkilerinin Araştırılması, s.113) Aynı tez’in sonuç bölümünde Ulrich “yapmış olduğu çalışmasında pencerelerinden manzarayı seyretme olanağı bulunan, doğal manzaraya sahip odalarda kalan hastaların duvar manzaralı hastalara karşın daha kısa sürede iyileşme gösterdikleri ve ağrı semptomlarını daha az yaşadıklarını belirtmiştir (Ulrich, 1999).
Doğal alanların psikolojik sağlık için gerekli olup olmadığını tartışmak, genel görünüp itibarıyla gereksiz gibi durmakla birlikte, yukarıdaki bilimsel araştırma sonuçlarının da bu görüşü desteklediğini ortadadır.
- Geleneksel Terapötik Görüşme Ortamlarında Doğanın İhmal Edilmesi
Hangi terapi yaklaşımını benimsiyor olurlarsa olsunlar, klinik görüşme ortamı, görüşme odası düzeni, aşağı yukarı aynı nitelikleri taşıyor gibi görünüyor. Mahremiyeti temin edecek, görüşme süresi boyunca kesintiye uğramayı temin edecek, güvenli ve rahat hissettirecek, mümkün olduğu kadar sade düzenlenmiş, psikoloğun kimliğini ifade eden profesyonel bir tasarım. Objelerin, tabloların özenle seçildiği, karmaşadan uzak ve umut verici olması beklenen bir ofis tasarımı. Tüm bunlar başlangıçta kulağa hoş geliyor. Beğendik ve terapiye gideceğiz. Peki nerede bu ofis? Kadıköy’de bilmem hangi pasajın 5. katında. Minibüs durağının hemen önündeki aradan girince, sağdaki tavuk dönercinin karşısındaki telefoncu dükkanın olduğu bina. Bitişiğindeki çantacının arasından giriyorsunuz pasajın girişinde çaycıya sorun o gösterir. Size şimdiden geçmiş olsun.
Evet biraz abarttığımın farkındayım. Ancak şehirde hayat gerçekten biraz böyle değil mi? Nerede şifahanenin püfür püfür avlusundaki havuzunun şırıltısı eşliğinde, kanun, ney, keman çalmayı öğrenerek ruhsal problemlerine çözüm arayan şanslı insan, nerede trafik çilesini atlatır atlatmaz, egzoz kokuları arasından koşuştura koşuştura terapi seansına yetişmeye çalışan zavallı danışan. Ulaşmaya çalıştığı yer neresi peki? Nefes alabileceği bir vaha mı gerçekten?
- Psikoterapilerde Görüşme Ortamlarını Doğa ile Birlikte Yeniden Tasarlamak
Bu gün artık sanayi şehirlerinin getirdiği zorlu yaşam koşullarıyla ilgili etkileri ortadan kaldırmak için, hem iş hem de özel hayata yönelik iyileştirmeler hızlıca hayata geçiriliyor. Kentsel dönüşüm çalışmalarıyla yorgun şehirlerin yükü hafifletilmeye çalışılıyor. Elbette henüz yolun çok başındayız ama geleceğin dünyasını pesimist bir tavırla hayal etmenin hiç kimseye faydası olmadığı gibi, ruhsal yaşantımızı da daha iyi bir noktaya götürmeyeceği ortada. Umutlu bir tavırla daha yaşanabilir şehirlerde daha güzel bir gelecek hayal ediyorum. Geleceğin şehirlerinin bu günden çok daha kötü durumda olacağını öngören distopik kurguların, daha güzel ve yaşanabilir bir gelecek hayaline tercih etmenin bir psikolog için doğru bir seçenek olmayacağı da ortadadır.
Bu düşüncelerle, psikoterapi ortamlarının doğa ile birlikte yeniden düşünmek ve tasarlamak gerektiği meselesi bu mezuniyet projesi dersi ödevimin temel konusunu teşkil etmektedir. Geleceğin şehirlerinde klinik ortamların mümkünse azami ölçülerde mümkün değilse asgari ölçülerde doğa ile birlikte ve bütünleşik lokalizasyonu ve dizayn edilmesi gerektiğini vurguluyorum. Bu anlamda kentsel dönüşüm ve şehir planlaması ile ilgili çalışmalara dahil olarak, Psikoloji kliniklerinin konumlandırılması konusunda rezerv alanlar oluşturulmasına öncülük edilmesi gerektiğini belirtiyorum. Örneğin, kentsel dönüşüm planlamaları çerçevesinde, okul, ibadethane, alışveriş merkezi, park gibi alanlar planlanırken yeni nesil psikoterapi kliniklerinin, bu planlama çalışmalarına dahil edilerek, doğal park ve bahçe alanlarının yakın bölgelerinde özel alanlar ya da binalar tahsis edilmesi tahsis edilmesi gibi. Özel tahsisli, doğa ile iç içe bu terapi ya da danışma/ görüşme alanlarının terapistlerce, belki müşterek, kullanımlarının toplumsal ruh sağlığı beklentilerine katkı sunacağının vurgulanması, bu konuda akademik çalışmalar ve araştırmalar yapılmasının teşvik edilmesini, hazırlanacak raporların kamu idaresine, şehir planlamacılarına sunulması gerektiğini vurguluyorum.
- Araştırma Önerileri
Doğal ortamlara erişim imkanı olan bireylerin ve doğal ortamlara erişim imkanı olmayan bireylerin, ruhsal problemler yaşama risklerinin araştırılıp karşılaştırılması gerektiğini not edebiliriz.
Mevcut terapi ortamlarının durumu hakkında kapsamlı bir araştırma yapıp, doğa faktörünün dışlandığı örneklerle, doğa faktörünün dışlanmadığı diğer seçenekler arasında aynı şikayetle gelmiş danışanların iyileşme durumlarının karşılaştırılması da bir araştırma ihtiyacı olarak önümüzde durmaktadır.
Yeni nesil terapi ortamları önerimde talep ettiğim, şehir içinde oluşturulan doğa alanlarına yakın yerler için tahsise uygun ya da henüz oluşturulacak seçeneklerin araştırılması, bunların ekonomik yükü, finansmanı gibi araştırmalarda ayrıca yapılması gerekmektedir.
- Sonuç:
Psikoterapi ortamlarının, doğanın iyileştirici gücü ile desteklendiği fiziki koşulların sağlanacağı, yeni nesil terapi ortamlarına ihtiyacı vardır. Geleneksel görüşme ortamlarının kasveti, bu alanların şehir içinde bulundukları konumlar, mevcut bina stokalarının uygunsuzluğu, iyileşme beklentilerine katkı sunmamaktadır. Diğer yandan Doğal alanlara erişimin ruhsal sağlık açısından katkısı ortadadır.
Yeni nesil terapi ortamlarının; sanayi dönemi şehircilik anlayışının, ruhsal sağlık açısından getirdiği olumsuz etkilerin ortadan kaldırılmasına yönelik adımların hızla atıldığı kentsel dönüşüm ve yenilenme çalışmaları çerçevesinde, konunun önemine atfen doğa ile bütünleşik olarak yeniden tasarlanması gerekmektedir. Bu anlamda tarihi gelişim sürecinde, geleneksel şehir yapıları içinde dört duvar arasına sıkışmak durumunda kalan terapi ortamlarının, görüşme ve seans odalarının geleneksel durumunun gözden geçirilip, terapi ortamının geleneksel temel gereksinimlerinden de taviz vermeden yeniden tasarlanması, bu konuya katkı sunacak araştırmaların yapılması gerekmektedir. Sonuç olarak danışanların iyileşme beklentilerine daha iyi yanıt verebiliyor olmak için psikoterapi ortamlarının doğa ile birlikte yeniden yeniden düşünülmesi gerekmektedir.