Giriş:
Felsefe tarihinin en temel problemleri arasında kuşkusuz aşkınlık içkinlik meselesi gelmektedir. Antik dönemde Presokratiklerde, Ortaçağda klasik islam ve hristiyan filozoflarında, çağdaş dönemde kıta felsefesi ve Alman idealizmi gibi gelenekler içerisinde, tanrı ve tanrının doğa ile nasıl ilişkilendiği meselesi başat konulardan biri olarak tartışılagelmiştir. Gerek doğu felsefe geleneği gerekse batı felsefe geleneği içerinde, töz felsefesi düşüncesi içerisinde mesele ayrıntılı şekilde ele alınmış, çeşitli açıklamalar ortaya koyulmuştur. Günümüzde de aynı tartışmalar sürdürülmeye devam etmektedir. Süreç içerinde batı felsefesinde ortaya koyulan önemli açıklamalardan biri Spinoza tarafından ortaya koyulan, ontolojik temelde sadece tek bir tözü’in varlığını esas alan, tanrı ve doğa’nın özdeşliği temelinde ortaya çıkan panteist görüştür. Yine benzer bir yaklaşım İslam felsefesi içerinde ortaya çıkan başka bir monist gelenek olan işraki gelenektir. Sühreverdi, İbni Sina, İbn Arabi gibi isimlerin ortaya koyduğu varlığın birliği düşüncesi geleneğidir. Spinoza ve İslam felsefesi içerinde işraki geleneğin temsil ettiği vahdet-i vücut düşüncesi tanrının doğaya özdeşliği görüşü temelinde uzlaşmasalar da, tek bir tözün varlığı esasında yani monist yaklaşımlar olmaları açısından benzer durumdadırlar. Her iki gelenek, diğer felsefi yaklaşımlar gibi, tanrıyı ve doğayı tartışmanın merkezine koymakla birlikte, onu doğa ile doğrudan ilişkilendirmeleri bakımından diğer geleneklerden ayrışmakta ve birbirlerine yaklaşmaktadırlar. Bu makalemizde her iki geleneğin bilhassa özdeşlik meselesi hakkındaki ihtilaflarını göz ardı ederek uzlaştıkları töz ontolojileri görüşlerini ele alacak, tanrının doğa ile nasıl ilişkilendiği ile ilgili açıklamalarını, Freud’un Freud’un İD, Ego, Süper Ego görüşleri perspektifinden ele almaya çalışacak, tek töz düşüncesi bağlamında bir eklektik topografik model ortaya koymaya çalışacağız.
Spinoza, Tek Töz ve Panteist Tanrı-Doğa Görüşü:
1634 yılında Amsterdam’da dünyaya gelen Spinoza 17. Yüzyılın en önemli filozoflarındandır.
Engizisyon tehdidi ve baskılar nedeniyle Portekiz’den kaçarak Hollanda’ya yerleşmiş dindar, Yahudi bir aileninin çocuğu olarak çok iyi bir dini eğitim almıştır. Spinoza’nın tanrıyı doğaya özdeş kılan töz düşüncesi, yerleşik yahudi inancı açısından büyük sakıncaları olduğu gerekçesi ile ciddi tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmuş, nihayetinde 1656 yılında henüz çok genç bir yaşta cemaatten çıkarılarak (herem) cezasına çarptırılmıştır. Havrasına ve inancına hiç olmazsa görünürde bağlı kalması için kendisine yılda beş yüz dolar maaş teklif edildiği, ancak onun bunu geri çevirdiği bazı felsefeciler tarafından aktarılmaktadır.[1] Bu makalemizin konusu olmamakla birlikte Spinoza felsefesinin önemli başlıklarından biri olan, tözün duygulanımları bağlamında, Conatus’un kederli duygulanımlar ile neşeli duygulanımları yer değiştirmek öğretisine uygun olarak bu kederli dönemlerinde gözlük merceği parlatmakla ilgili bir meslekle meşgul olmuş bu dönemi felsefesini kurmak üzere düşünce faliyeteleri için bir fırsata dönüştürmüştür. 21 Şubat 1677 yılında henüz 43 yaşında iken ölen Spinoza’nın başlıca eserleri Tractatus Politicus, Tanrıbilimsel Politik İncelemeler, Tanrı, İnsan ve İnsanın Mutluluğu Üzerine Kısa İnceleme, Kavrayış Gücünün gelişimi ve elbette temel eseri diyebileceğimizEthica’sıdır.
Spinoza’nın diğer tüm eserlerini Ethica’da temellendirdiği töz düşüncesi ve doğa- tanrı özdeşliği meselesi, makalemizin de temelini oluşturacak düşünceleridir. Spinoza’nın eserleri kaleme aldığı 17. Yüzyıl düşüncesi içerisinde, gerek islam, gerek hristiyan, gerekse Yahudi inanç sistemlerindeki tanrı tasavvurları hemen hemen benzer biçimde doğaya aşkın bir tanrı düşüncesidir. Aristoteles’ten beri süregelen felsefi açıklamalar temelinde, özellikle Ortaçağ hristiyan felsefesi geleneği içerinde ortaya çıkan tanrı kanıtamaları da, genel bir eğilim olarak aşkın bir tanrının temellendirmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Spinoza’nın felsefe öncesi eğitimini aldığı Yahudi inanç sistemindeki Talmut öğretisi de aşağı yıkarı benzer şekilde aşkın bir tanrı öğretisi temelinde yürüyor görünmektedir. Her ne kadar islam düşüncesi geleneğinde İslam’ın ilk birkaç yüzyılı içinde ortaya çıkmış işraki gelenek Spinoza ile benzer bir içkin model öngörse de tanrı ve doğa arasında bir özdeşlik kurmaktan kaçındığı için tek töz, vahdet-i vücut düşüncesi temelinde varlık gösterebilmiştir, ancak bu imkân döneminde Spinoza için ortaya çıkmamıştır.
Spinoza, Ethica’da argümantatif ve kanıtlamalara dayalı bir biçimde kurup temellendirdiği töz düşüncesi ile tanrıyı doğaya özdeş kılarak, tartışmasız bir panteist model ortaya koymuştur. Spinoza’nın Descartes’in dualist sistemi ile açık bir hesaplaşması olduğu ortadadır. Spinoza’nın asıl meselesinin Descartes’in töz dualizmi ile doğanın dışına çıkardığı tanrıyı yeniden doğaya döndürmek olduğu, bunun için doğa tanrı ilişkisini ilişki olmaktan yukarıya taşıyarak özdeşlik zeminini kurmaktır. Ateistlikle suçlanan Spinoza suçlamaların aksine tanrıya varlık olarak bir kesinlik atfetmektedir. Ethica’da birbirine özdeş kıldığı, tanrı töz ve doğa ile ilgili tanımlarına göre “Özü varlığı kuşatan, başka deyişle tabiatı ancak var olarak tasarlanabilecek olan şeye, kendi kendisinin nedeni (causam sui) diyorum.”, “Kendi başına var olan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında fikir edindiğimiz şeye cevher diyorum.”, “Mutlak olarak sonsuz bir varlığa, yani sonsuz sıfatları olup başsız ve sonsuz (ezeli) özü bu sonsuz sıfatlarında her biriyle ifade edilmiş olan cevhere Tanrı diyorum.” (Spinoza, Ethica, Tanrı Hakkında, S.36) cümleleri ile bu özdeşiliği eserinin hemen başlangıcında ortaya koymuştur. Spinoza ontolojik sisteminde tanrının kuşatılamaz ve sonsuz olduğunu, kendi doğasına uygun olarak ta sonsuz sıfatları olduğu, doğada var olan tüm şeylerin onun yüklemleri, başka bir ifade ile sonsuz sıfatlarından sedece uzam ve düşüncede sıfatları olarak bize açıldığını, olup biten her şeyin de tanrının duygulanımlarından ibaret olduğunu ileri sürmüştür. Spinoza için varlık ve düşünce, onun cevher yani töz düşüncesi temelinde birbirine özdeştir. Varlık ve düşünce düzleminde olup bitenler tanrının duygulanımlarıdır. Spinoza’ya göre kederli ve neşeli duygulanımlar vardır. Ruh ve beden de aynı şekilde, panteist doğa düşüncesi ile özdeş kılınmıştır. Spinoza için özgür iradeden de ayrıca söz edilemez çünkü bir tek tözün, yani tanrının iradesinden başka bir iradeden söz edilemez. Bu durumda insan sadece tanrının neşeli ve kederli duygulanımlarından etkilenmek suretiyle varoluşsal bir çaba içerisine girmektedir. Bu çabayı Conatus olarak tanımlar Spinoza. Değerlendirme ve sonuç bölümlerinde Spinoza’nın görüşlerine, diğer yaklaşımların görüşleri ile birlikte tekrar ele alacağız.
İbn Arabi ve Vahdet-i Vücut Görüşü
Muhyiddin İbn’ Arabi 1165’te Endülüs’te Mursiye şehrinde doğdu. Babası Ali b. Muhammed zahir bir müslüman, fıkıh ve hadis ilimleriyle ilgilenen, aynı zamanda İbn Rüşd’ün de yakın arkadaşı olan biriydi. Annesi ise Nur, soyu ensara dayanan bir hanımdı. Amcası ve dayıları dönemin saygın derviş ve siyaset adamlarıydılar. Muhyiddin İbn’ Arabi’nin gençliğinde Fatıma isimli veli bir hanımın sohbetlerine gidip geldiği ve fikri altyapısının ve ilk eğitimlerinin bu bağlamda değerlendirilebileceği kabul edilir. Endülüs, devrin bilim merkezlerinin en önemlilerinden biriydi. İbn’ Arabi’nin kendisinden önceki felsefi birikime hakim olduğu bilinmektedir.
Makalemizin konusu kapsamında ele alacağımız mesele İbn Arabi’nin vahdeti vücut görüşüdür. Vahdet kelimesi arapça bir sayısını ifade eden vahid kelimesi kökeninden gelir, birlik, birlemek anlamları taşır. Vahdet-i Vücud ise vücudun birliği anlamına gelir. Arabi’nin varlık düşüncesi temelinde sadece tek bir varlık, tek bir töz yani, tek bir tanrı vardır. Vahdet-i vücûda dair ilk kapsamlı tarifi yapan İbnü’l-Arabî yorumcularından Abdürrezzâk el-Kâşânî, “Vahdet-i vücûd varlığın zorunlu ve mümkün diye bölünmeden ele alınmasıdır” der (Tasavvuf Sözlüğü, s. 577). Bu tanım, vahdet-i vücûdun varlığı zorunlu ve mümkün diye iki kısma ayıran filozofların görüşlerine karşı ortaya çıkan bir varlık düşüncesi olduğunu gösterir ve vahdet-i vücûd hakkındaki araştırmanın çerçevesini belirler. Vahdet-i vücûd, filozoflarla kelâmcıların varlık ve yaratılışla ilgili görüşlerine karşı geliştirilen bir varlık ve yaratılış görüşü ve buna bağlı olarak Tanrı-insan ilişkilerine dayanan bilgi teorisidir.(İslam Ansiklopedisi, Vahdet-i Vücud) İbn Arabi’nin kurduğu sistem bir takım pratikler, ritüeller önermesi dolayısıyla felsefe ekollerinden ayrışmakla birlikte kurduğu varlık düşüncesi sistemi ile İslam felsefe geleneğinin tam merkezinde yer almaktadır.
İbn Arabinin felsefesinin dayandığı tezleri şu şekilde özetlemek mümkündür: Varlığın bir olduğu tek ve gerçek varlığın Allah olduğu, maddenin yokluk olduğu, Allah’ın varlıklara hem içkin hem de aşkın olduğu, gayb ve şehadet alemlerinin birbirlerinden öz itibarıyla farklı olduğu ve ruhun ölümsüz olduğu. ( Çevikbaş, S., Platon ve Muhyiddin İbn-i Arabi’nin Varlık Anlayışların Karşılaştırılması, s. 3)
Freud ve Topolojik Modeli
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud 1856’da Avusturya’da doğdu. Yahudi bir Nöroloji uzmanı olarak Psikoloji biliminin en önemli isimlerinden biridir. 4 yaşında ekonomik buhran nedeniyle Viyana’ya yerleşti. Freud’un kendisinden sonraki bilim insanlarını ortaya koyduğu yöntem ve başta bilinçdışı olmak üzere ortaya koyduğu, insan ruhsallığının topografik modeli ile etkilemiştir. Serbest çağrışım yöntemi ile aktarım mekaniğini kullanarak hastalığını tedavi etmiştir. Freud’a göre insan ruhsallığı bilinç ve bilinçdışı olmak üzere iki katmanlı bir yapıdan oluşmaktadır. İD, Ego ve Süperego kavramsallaştırmaları ile insan ruhsallığının birbiriyle etkileşime giren üçlü yapısından bahseder Freud. Psyche’nin yani ruhun bu üçlü temel mekanizması sadece patolojinin nedenselliğini değil davranışın da ortaya çıkışını açıklar. Freud’a göre İD ruhsallığın en ilkel yapısı olarak, hayatta kalmaya yönelik en temel güdülerini yönetir. Bu kısım açlık, saldırganlık, cinsellik gibi en temel dürtülerin kaynağıdır. Burada toplumsal normların dışsal ya da vicdan gibi iç belirleyicilerin bir etkisi yoktur, adeta vahşi hayvan gibi sürekli bir şekilde ihtiyaçlarını karşılamaya bakar.İd psişik enerjinin deposu olarak değerlendirilir ve asıl psişik yapıdır. İd, bir dış uyarım sonucu ya da içtepi sonucu organizmada gerilim düzeyi yükseldiği zaman gerilimin boşaltılması için organizmayı harekete geçirir. Davranışın sonunda gerilim azalır. Buna id’in hoşlanım ilkesi denir(Kuzgun, 1988). Ego, gerçek dünya ile ilişki kuran yapıdır. Ego gerçekliğin ruhsallıktaki karşılığıdır. Ego uygun zaman ve koşullar ortaya çıkana kadar İD’den gelen talepleri ertelemekle görevlidir. Hoşlanım ilkesini bir süre için engeller, Superego, dıştan gelen kontrolün içselleştirilmesidir. Kişiliğin törel yönüdür. Superego’yu ilgilendiren bireyin doğru ya da yanlış olduğuna karar verip, toplum temsilcileri tarafından onaylanmış olan törel ölçülere göre davranmaktır (Özoğlu. 1982). Freud’un ortaya koyduğu yapının işleyiz mekaniği ile ilgili literatürde fazlasıyla bilgi vardır. Makalemizin konusu kapsamında, topografik yapının ortaya çıktığı bu noktada duracak ileride yapıyı tekrar ele alacağız.
İçkinlik Aşkınlık Problemi:
İçkinlik aşkınlık problematiğinin felsefe tarihinin başat tartışmalarından biri olduğundan söz etmiştik. Filozoflar felsefe tarihi boyunca tanrı doğaya içkin mi aşkın mı sorunsalı üzerinden önemli tartışmalar ortaya koymuş. Tanrının doğaya aşkın olduğunu savunan görüş, tek tanrılı dinler içindeki hakim gelenek olarak ortaya çıkmıştır. Diğer yandan tanrının doğaya içkin olduğunu savunan görüşler de yerleşik dini otoriteye muhalefet ediyor olmak pahasına görüşlerini ortaya koymuşlar, gerek doğuda gerek batıda güçlü felsefi gelenekler oluşturmuşlardır. Bir başka gelenek ise İbn Arabi düşüncesinde zirve noktasına ulaşan ve tanrıyı doğaya hem içkin hem de aşkın olarak gören görüştür. Bu çalışmamızda tanrının doğaya hem içkin hem de aşkın olduğu görüşünü savunan Vahdet-i Vücud düşüncesinin, tanrının doğaya içkinlik boyutu itibarıyla Spinozanın töz yapısını ele alacağız.
Psyche yani ruh, felsefe tarihi boyunca tanrısal olarak kabul edilmiştir. Ruhun yapısı ile ilgili ortaya koyduğu derin açıklamaları ile Freud’un topolojik yapısı, Spinoza’nın cevheri ve Arabi’nin Vahdet-i Vücud düşüncesi ile eklektik bir yapı kurulabilir mi sorusunu soracağız. Tanrının doğaya içkinliği ya da aşkınlığı problemi tarihi süreç içerinde, ruhun bedene içkinliği ve aşkınlığı tartışması şeklinde ilerlemiştir. Descartes’in kartezyen dualizmine Spinoza itiraz etmiştir. Öte yandan islam düşüncesinde yerleşik hakim görüş olarak beliren zorunlu -mümkün varlık dualizmine İbn Arabi de itiraz etmiştir. Esasen tevhid ( birleme) dini olarak kabul edilen İslam’ın ikili, üçlü ve çoklu yapıları ortadan kaldıran islamın gerçek öğretisine uygun bir varlık, tanrı, ruh ve töz tasavvuru zeminine koyma çabasının bir çıktısı olarak vahdet-i vücud düşüncesi ile Spinozanın tek cevher düşüncesinde ortaya çıkan benzerlik açıkça görülmektedir. Spinoza’nın sisteminde tanrı doğaya içkin hatta doğanın bizzat kendisidir. İbn Arabi ise tanrının doğaya içkinliği hususunda Spinoza ile uzlaşmakla birlikte, tanrının doğaya aynı zamanda aşkın olduğu görüşü ile ayrışmaktadır. Temelde Spinoza için tanrı doğaya özdeş iken İbn Arabi için tanrıdan başka varlık yoktur. İçkin ya da aşkın, her durumda, hem İbn Arabi hem de Spinoza için tek bir varlık, tek bir töz, tek bir neden, tek bir tanrı vardır. Her iki filozof için de doğa tanırının dışında bir şey değildir.
Doğa dışında bir alanda bilimsel inceleme yapamayacağımız açıktır. Gerek Spinoza gerekse İbn Arabi’nin sistemine göre doğa bilimlerinin tanrı bilimleri olduğu söylenebilir. Diğer yandan her iki filozof kendi dönemlerinin hakim dini otoritelerince ateist olmakla, kafir olmakla suçlanmışlardır. Oysa her iki filozof tanrıyı dışlamadan doğa bilimi yapmaya imkan veren tanrı tasavvurları ortaya koymuşlardır. Doğa’nın, tanrıya dair, tanrıda, tanrıdan kabul edildiği bir tanrı sistemi içerisinde doğa bilimi yapmanın pek ala mümkün olduğu bir ortamda; Freud’un insan ruhsallığına ilişkin topografik modeli felsefenin en önemli alanı olan varlık felsefesine ışık tutmaktadır. Spinoza’nın içkin modeli ile Arabi’nin vahdet modeli için, neyin içkin neyin aşkın olduğunu ortaya koyabilmek adına Freud’un topografik modeli oldukça geniş bir kavramsal malzeme sunmaktadır.
Değerlendirme ve Sonuç:
Sonuç değerlendirmemizde, bir yandan Spinoza’nın tanrıya özdeş doğasının, diğer yandan İbn Arabi’nin Vahdet’i vücud siteminin tanrıyı dışlamadan doğa bilimi yapmaya imkan verdiğini, bununla birlikte Freud’un insan ruhsallığına dair topografik modelinin felsefenin kadim içkinlik-aşkınlık tartışmalarına ışık tutabileceği, buna bağlı olarak felsefenin doğa bilimleri ile barışık yeni bir ontolojik sistem ortaya koyabileceğini söylemek mümkündür. Psikoloji biliminin inceleme nesnesi olarak insan ruhsallığının, Freud tarafından ortaya koyulan topografik yapı üzerine yapılacak araştırmalarla aydınlatılması, İbn Arabi ve Spinoza’nın görüşleri esas alındığında, aynı zamanda felsefi ontolojinin ve teolojinin de aydınlatılmasına özdeş bir bilimsel faliyet olacağı söylenebilir.
[1] Will Durant, Kıssatü’l Felsefe, Çev., Fethullah el-Muşa’şa, Matbaatü’l Maarif, Beyrut, Tarih yok, s.188, Russell Bertrant, Batı Felsefe Tarihi, Çev., Muammer Sencer, Say Yay., İst., 1994, s.325’ (aktaran M.K. Arıcan)