Hakikatin Gerçekliği Gerçekliğin Hakikatine Özdeş mi?

Hakikatin gerçekliği ile gerçekliğin hakikati aynı şey midir? Felsefe gerçekliğin hakikatine bir şekilde erişebiliyor fakat eriştiğimiz bu şeyin hakikatin gerçekliği olduğundan nasıl emin olabiliyoruz? “Gerçekliğin hakikati” ifadesi bir sıfatı, bir niteliği işaret ediyor gibi, oysa hakikat bir şeye yüklenecek bir sıfat olamayacağı gibi, gerçekliğini onaylatmak için “ben”im nesnelleştirme çabamla ortaya koyacağım sıfatlara ihtiyaç duymayan olmalıdır. Hakikatin bir  gerçekliği var ve bu gerçeklik kendinde olmak zorunda ise; hakikate özdeş bu gerçeklik, zamana, mekana, toprağa ve “ben”im onayıma muhtaç türden bir gerçeklik olmamalıdır. 

Bir yeryüzü filozofu olarak Hegel’in hakikati yeryüzünün hakikatidir. Başka bir ifade ile Hegel’in hakikati nesnel gerçekliğin hakikatidir. Fakat nesnel gerçeklik, hakikatin kendinde gerçekliği midir yoksa aksine hakikat olamamanın gerçekliği midir? Nesnel gerçeklik ya bir hakikate dönüşme çabası ya da hakikatten kopmuş olmanın sancısıdır. Hegel’in hakikat tanımı bu çabanın, bu sancının, bu devininimin kendisidir. Bu devinim edimselliktir, süregidendir.

Süregitmek, edimsellik gerçekliğin hakikatidir. Gerçekliğin hakikati olan aynı zamanda hakikatin gerçekliği midir? Süregiden, nesnel gerçekliğin hakikatidir fakat hakikatin gerçekliği süregidenden ibarettir demek çok kolay görünmüyor. Aksine süregiden, hakikat olmanın değil hakikat olamamanın, bütünlüğe, kendiliğe erişememenin, yani hakikat olma çabasının nesnel görünümüdür. Bilindik bir ayna metaforu üzerinden gerçekliğin hakikate özdeş sayılıp sayılamayacağı konusuna bir bakalım. Aynalardaki görüntüler hakikatin kusursuz yansımalarıdır. Fakat diğer yandan aynaya yansıyan hakikatin değillenmesidir. Hakikat kendinde gerçekliğini doğada açarken aynayı araç edinip kendini itmiş kendi başkasını aynada ortaya çıkarmıştır. Herhangi birimiz aynaya bakıyor iken ne görüyorsun diye sorulduğunda ayna görüyorum demeyiz. Halbuki gördüğümüz asıl gerçeklik aynadır. Fakat biz ayna görüyorum demeyiz, kendimi görüyorum deriz. Ayna hakikati yansıtır ama aynanın hakikati ayna olmaktır. Ayrıca ayna sonsuz derinlikte bir içeriği yansıtma kabiliyetine sahip olmakla birlikte onun kenarları, çerçevesi ve sınırları vardır. Sonsuzu kuşatıp (kadrajına sığdırıp), yansıtabilecek sonsuz büyüklükte bir ayna düşünülebilir mi? Ayna ayrıca tek yönlü, tek yüzeylidir, o ancak karşısında duranı yansıtır ve sonsuzu aynanın karşısına koymak mümkün değildir. Evet aynaya yansıyan hakikattir fakat hakikat aynaya yansıyandan ibaret değildir. Öyleyse aynaya yansıyan hakikate özdeş olmadığı gibi onu kuşatamaz, bütünüyle yansıtamaz. Bu bakımdan, ancak aynaya yansıyanı görebilen bir göz için, hakikat aynada gördüklerimdir demekten başka çare de yoktur. Bu çaresizlik kimin hakikatidir? Çaresizlik ile mutlak güce sahip olmanın özdeşliğinden söz edilebilir mi? Çaresizlik bazı şeylere güç yetirememenin ifadesi iken diğer bazı şeylere de güç yetirebiliyor olmanın ifadesidir. Çaresizin bazı şeylere güç yetirebiliyor olması, onun mutlak güç sahibin itmesi ile dolayıma çıkıp, başkalaşırken mutlak olundan bir pay taşıdığını söyleyebiliriz. Fakat o artık bir çaresiz olarak mutlak güçten bambaşka bir gerçekliğe sahiptir.

Hakikat kendinde iken hakikat ise, bir “şeyin” hakikati olan, yani tikelin varlığına bağımlı olan, ya kendinde değildir ya da hakikatin kendisi değil nesnel olanın, gerçek olanın hakikatidir. 

Tüm evrelerini bilemediğimiz bir bütünün, bilebildiğimiz evresi ya da evreleri, momenti ya da momentleri için tüm diğer sonsuz evrelerin hakikatini içinde saklar diyebilir miyiz? Diğer yandan nesnel gerçeklik için tek bir hakikatten başka seçenek de yoktur. 

Hegel Küçük Mantık’ının giriş bölümünde Felsefe hiç kuşkusuz nesnelerine ilk olarak din ile ortaklaşa iyedir, ikisi de Gerçekliği (hakikati) nesneleri olarak alır ve dahası en yüksek anlamda — Tanrının hakikat ve salt onun hakikat olması anlamında. ifadelerinde din ve felsefenin inceleme nesnelerinin aynı şey olduğundan söz eder. Felsefenin inceleme nesnesi elbette hakikat yani dinin ifadesi ile Tanrıdır. Fakat Tanrı fikri, dinin bir inceleme nesnesi olmaktan ziyade bir ön kabulü gibi görünmektedir. Din bu anlamda felsefe gibi bir temaşa faliyeti olmaktan daha çok bir düzenleme faliyeti olarak ortaya çıkmıştır. Din aynı zamanda tefekkür emri ile derin düşünmeyi ve temaşayı emir ve tavsiye eder. Felsefe ise bu görevin ifa edilmesi, bu emrin yerine getirilmesi, emredilen düşünme eylemin ortaya koyulması faliyetidir. Felsefe, Hegel’in özne olması itibarıyla töz olarak tanımladığı edimselliğin en yüksek seviyede ortaya koyulması faliyetidir. Din felsefenin aksine yüksek düzeyli bir noesis faliyeti değil, bu faliyeti emreden bir kurumdur. Belirtmek gerekirki; önemli olan Tanrının buyuruyor olması değildir, Tanrının buyruklarının yerine getirilmesidir. Din tanrının buyruğunun bize ulaştırılması ve bu buyruğa uymamızı sağlayacak koşulların sağlanmasıdır. Felsefe ise Tanrının din aracılığıyla bize ilettiği buyruğunun yerine getirilmesi faliyetidir.

Eleştiri onaylamadır. Eleştiri nesnesinin yarıp sınırlarını belirlemeye çalışırken nesnesi ile kendi rasındaki sınırı belirlemektedir. Eleştiri nesnesi ile kendisi arasındaki sınırı belirleyen aslında kendi sınırını da belirlemektedir. Bu bakımdan eleştiri aynı zamanda öz eleştiridir.  Buraya kadar ki satırlar Hegel düşüncesinin bir eleştirisidir, fakat bütünüyle ondan ayrı bir şey de değildir. Hegel’in düşüncelerinin itmesi ve onun düşünceleri ile aslında bir ve aynı olan başkalarının çekmesi ile kaleme alınmışlardır. Bu satırlar bir değilleme, bir belirliliğe çıkma, tikel bir varoluş çabasının, tekilliğe erişme çabasının bir ürünüdür. Hegel’in düşüncesi benim düşüncemi iter, fakat benim düşüncem Hegel’in düşüncesidir, çünkü bu sombolik itme hareketi aynı zamanda bir çekme hareketidir. Diğer yandan başka düşüncelerin de dolayımından geçmeksizin doğrudan Hegel’in düşüncelerinden ayrımlaşmış da değildir. Bu yazı, yakın okuma ile Hegel’den elde edilmiş kavrayışların, önceki ve başka okumalardan, belki maruz kalmalardan elde edilmiş kavrayışlarla hayrete düşüren benzerliğinin görülüp, bu kavrayışın Hegel metinlerinin eleştirisi içinde onanmasıdır. Her ne kadar bunun gibi akademik felsefi yazılarda filozofa ait temel görüşlerin, kişisel eleştirilerden önce ortaya koyulması beklense de, bu kadar yüksek düzeyli bir çekim gücü ya da eş deyişle itme gücü karşısında, bu denli yetersiz bilgi ve heyecanla kayıtsız kalabilmek maalesef mümkün olmadı. Dolayısıyla eleştirimizi onamamızın önüne geçirmiş olma aceleciliğine düşmüş olduk.

Hegel köklü bir siyasi dönüşümün yaşandığı dönemin hemen başlangıcında yeni değerlerin üretildiği bir ortamda felsefesini ortaya koymuştur. Hegel’in derdi sonlu ile sonsuz uzlaşabilir mi, varlık ve düşünce uzlaşabilir mi? soruları olmuştur. Tüm Alman idealizminin ve elbette Hegel’in amacı Tüm karşıtlıklatın üstesinden gelmeye çalışmak olmuştur. Kant’la birlikte ortaya çıkan belirsizliği ortadan kaldırmak ve töz felsefesine yeniden bir yol açmak gayesi ile Aristoteles felsefesine dair yeni bir okuma yapan Hegel felsefeyi bütünlüğün kendisini ilk kavrayan filozof olarak Parmenides’ten başlatır. Nitekim arkeiklerin inceleme nesnesi felsefeden daha çok doğa bilimlerinin inceleme nesnesidir ki, bu da bir bakıma töz’ün dolayımına dair bir inceleme olduğu için takdir edilmelidir ki doğa bilimleri bu incelemelerin bir gelişim süreci olarak ortaya çıkmıştır. Diğer yandan Tin bilimlerinin ve doğa bilimlerinin neredeyse eşzamanlılığı, birbirini takip eden bir süreç içinde olmayışı, ya da tüm bu bilimlerin gelişim süreçlerinin ayrımlaşmışlığı ayrıca Hegel’in felsefesi açısından tartışılabilir.

Hegel benim felsefi sistemimde tek bir töz vardır ve bu töz ancak özne olması itibarıyla anlaşılır diyerek Descartes’in insan öznesine itiraz etmiştir. Hegel’e göre tek bir töz vardır ve bu töz edimselliğin kendisidir. Hegel doğada süregidenin ne olduğu sorusuna odaklanmış ve bunun tür hayatı olduğu cevabını vermiştir. Bizim için Hegel felsefesi içinde araştırılmayı bekleyen konulardan birisi, bir yandan  güneşin altında yeni bir şey yok derken, nasıl oluyorda bir gelişim sürecinden bahsedilebildiği meselesi olabilir. 

Hegel doğada olup bitenleri Tözün kendi olma süreci olarak tanımlar. Hegel’in gelişim sürecine işaret ettiği felsefesini ortaya koyduğu bu dönemin aynı zamanda türlerin gelişim ve evrim sürecine işaret eden Darwin ile aynı döneme denk gelmesi tesadüf değilse, Tin’in yeni bir momente geçişinin birbirinden bağımsız tikel düşüncelerde ortaya çıkışıdır denilebilir. Zira bu dönemden sonra felsefi düşünce geri dönülemez yeni bir evreye geçmiştir. Diğer yandan bu gelişim çemberi üzerinde Parmenides- Aristoteles felsefeleri uğrağından yeniden geçmiş olması da dikkat çekicidir.

Hegel Felsefi Bilimler Ansikopedisi I, Mantık Bilimi ( Küçük Mantık) kitabına Giriş Bölümünden hemen ardından Kavram öğretisi ile başlar. Hegel’in mantığı aynı zamanda onun ontolojisidir. Buna uygun olarak elbette Hegel’in Kavram’dan anladığı şey bu gün dilbilgisi içerisinde kavramdan anladığımız şey değildir. Hegel’ için Kavram idea’dır ki bu idea da alışageldiğimiz türden bir ideadır. Töz’ün gelişim sürecinin ya da kendi olma sürecinin üç temel aşamasının ilki Logos’tur. Bu önceliğe göre edimsellik ilkin düşüncede ortaya çıkar ki bu düşünce de alelade bir düşünme süreci değildir. İleride kavramın noesis noeseus yani kendini düşünme faliyetinin nesnesi, başka bir ifade ile momentleri ortaya koyacak düşüncedir ki, dinsel ifadesi ile önce söz vardı ya da ol der olur ifadelerine karşılık gelecek şekilde de düşünülebilir. Dolayısıyla Hegel’in Kavram’ı, süreci, gelişimi ya da oluşu başlatandır diyebiliriz. Ancak kavram olarak kavram ele alındığında içi boştur, yani henüz kendini gerçekleştirmemiştir. Doğa ile dolayıma girmek yoluyla kendini gerçekleştirme sürecinde ikinci temel aşamaya geçer. Ancak öncesinde Logos’un kendi içinde üç evresi vardır. Bunlar Varlık (Sein), Öz ( Waren) ve Kavram ( Begrif) aşamalarıdır. Burada Kavram mantıksal gelişim sürecinin üçüncü evresi olarak görüyoruz. Çünkü yukarıda da bahsettiğimiz gibi kavram gelişim süreci içinde ortaya çıkmamış içerikten yoksun bir kavram boştur. Kavramın varlık alanına çıkması ile onun bütünlüğü oluşmuş olur. Hegel bu konuyu oluş düşüncesi ile birlikte şöyle ele alır. Oluş ilk soyut düşünce ve öyleyse ilk kavramdır. Buna karşın varlık ve yokluk ise boş soyutlamalardır. Varlığın kavramından söz ediyorsak, bu yalnızca söz etmek anlamına gelir. Çünkü varlık olarak varlık boş yokluktur ve yokluk olarak ise boş varlıktır. Varlıkta öyleyse boş yokluğu buluruz ve yoklukta varlığı. Bu varlık ki yoklukta kendi kendisinde kalır. Oluştur. Oluşun birliğinde kavramı atlamamak gerekir, çünkü o olmaksızın yine kaçınılmaz olarak soyut varlığa geri düşülecektir. Oluş yalnızca varlığın gerçekliğine göre koyulmuşluğudur. Töz’ün gelişim sürecinin ikinci aşaması Doğa’nın da kendi içinde üç aşaması vardır.  Bunlar sırasıyla Mekanik süreçler, Kimyasal Süreçler ve Organik Süreçlerdir. Töz’ün gelişim süreçlerinin son aşaması Tin’in gelişim süreçleridir ki bu da kendi içinde Öznel Tin, Nesnel Tin ve Mutlak Tin olarak kendini gerçekleştirir. Bu süreç için ilk aşama olan Öznel Tin aşaması dolayımsızlık aşamasıdır. Nesnel Tin aşamasında dolayıma girilmiştir ve Mutlak Tin aşamasında bu dolayım ortadan kalkarak başladığı noktaya döner.

Hegel’in mantıksal öğretisinin üç yönü vardır. Bunlardan ilki, anlama yetisine karşılık gelen Soyut yandır ki bu aşama için Tümellik aşamasıdır diyebiliriz. İkinci aşama negatif akla ilişkin Diyalektik yandır. Bu aşama da Doğaya karşılık gelir ve bu aşamada Tikellik ortaya çıkmaktadır. Son olarak pozitif akla ilişkin Spekülatif  yandır ki Tinsellik bu aşamada ortaya çıkar. Töz’ün gelişim sürecinde her bir aşama bir öncekini değillemek yoluyla kendini gerçekleştirme sürecinde ikili olumsuzlama ile diyalektik hareketi ortaya çıkarıyor. 

Mantıkta, Doğada ve Tin’de ortaya çıkan erekselliğin hakikatin kendiliğe erişme çabası olarak mı ifade edilmeli yoksa beceriksizlikleri, acizlikleri, başarısızlıkları ile insanın dahil olduğu bir süreç için, sorumluluğu dışsallaştırmadan insanın, ve doğanın Tanrıya ulaşma çabası olarak mı ifade edilmelidir? Öyle görünüyor ki Descartes’le bir hesaplaşmanın bir ifade biçimi olarak Hegel’in kendi felsefesinde saklayıp koruyarak değillediği Descartes’in satır aralarında ortaya çıkmaktadır. 

Bu makale için son olarak Hegel’in idea öğretisinde benim için anlaşılması zor olan  Hakikat meselesini anlaşılır kılan, Hakikat nesnellikle benim zihnimdeki o nesnelliğe ilişkin temsile karşılıklı uyumu değil, Hakikat o nesnellik olarak kendini açan kavramla nesnelliğin uyumudur. aktarımını ile, nasıl oluyor da doğada, tinsellikte ortaya çıkan kusurları, tamamlanmamışlıkları, eksikliklikleri, kötülükleri ideanın kendini gerçekleştirme sürecine dahil edebilirim, sorusunun aldığım cevabı ekleyebilirim. Bu cevabı şöyle açıyorum. Düşüncede, doğada ya da tinsellikte gördüğüm kusurlar idea’nın kusurları değil tümelliğe erişmemiş benim anlama yetimin kusurladır ki bu kusurlar ancak felsefe ile izale edilebilecektir.

 Kaynakça 

Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Anahatlarda Felsefi Bilimler Ansiklopedisi I, Mantık Bilimi (Çev. Yardımlı, Aziz), 2020, İdea Yayıncılık,

Demircan, Baver, Üsküdar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe Yüksek Lisans Programı, Felsefe Tarihinde Temel Düşünceler Dersi (2022-2023) Bahar Dönemi, Ders Notları

İlgili yazılar

Cevaplayın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son yazılar

Kategoriler