Türkiye’de İmparatorluk ve Cumhuriyet Dönemlerinde Kamu Hizmetinin Metafiziği

“Halka Hizmet Hakka Hizmettir.” Bu söz Türkiye’nin imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde bir yandan klasik döneme ait devlet anlayışını kökten reddedip değiştirerek modern ulus devlete geçerken, diğer yandan klasik dönem metafiziğine ait kamu anlayışını bilerek ya da bilmeyerek muhafaza ederek günümüze aktardığının açık bir delili olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi genel kurul tutanaklarına göre; Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar muhafazakar, dindar siyasetin adeta sembolü haline gelmiş bu ifadelerin gerçek ve cumhuriyet döneminde ilk sahibi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Zabıtta geçen ifadeler tam olarak şöyledir. 

“Bakınız, bu felsefe, kaynağını, 1923’teki İzmir İktisat Kongresinden aldı. Zaman zaman çok sık kullandığımız ve gerçekten, manasına nüfuz ettiğimizde de isabetini gördüğümüz “Halkın sesi Hakkın sesidir” yani “Halka hizmet Hakka hizmettir” sözünü, ilk defa, Atatürk, İzmir İktisat Kongresinin açılış konuşmasında söylemişti. O gün, Regaip Kandiliydi ve kongreyi yöneten Kazım Karabekir Paşa, ayağa kalktı; Kazım Karabekir Paşa ayağa kalkınca kongrenin bütün delegeleri ayağa kalktılar, halkın sesinin Hakkın sesi olduğunu, halka hizmetin Hakka hizmet olduğunu ifade eden Atatürk’ü ayakta karşıladılar, ayakta alkışladılar.”

“Halka hizmeti hakka hizmettir.” sözünün neyi ifade ettiğine, felsefede karşılık geldiği ontolojik zeminine, irfan geleneği içinde nasıl anlam verildiğine ileride değineceğim. Şimdilik güçlü bir metafizik gönderimi olan bu ifadenin, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ya da en azından kurucu irade tarafından, yazılı olmayan metafizik bir ilke olarak açıkça kabul edilmiş olduğunu teslim edelim.

  1. Kavramsal Olarak Kamu Yararı:

Kamu kelimesi Eski Türkçe kamağ veya kamuğ “tüm, bütün, hepsi” sözcüğünden evrilmiştir.

Bu sözcük orta Farsça aynı anlama gelen hamag fiili ile eş kökenli olabilir, ancak bu kesin değildir.Moğolca kamug “hep, bütün, tüm” sıfatının yanısıra kamu- “toplamak, biriktirmek, yığmak” fiilinin varlığı düşündürücüdür. Eşdeğer bir fiile Türk dillerinde rastlanmaz. Türkiye Türkçesi konuşma dilinde umum karşılığı sıfat iken, Dil Devrimi döneminde amme karşılığı ad olarak benimsendi.  Türkçe sözlüğe halk hizmetini gören devlet organlarının tümü, bir ülkedeki halkın bütünü, halk, amme şeklinde geçmektedir. Etimolojideki tüm, bütün, hepsi gibi kuşatıcı karşılıkları, acaba ne kadar bütün? Hangi varlıkların tümü? insandan mı ibaret? Bitkileri, hayvanları, dağları nehirleri de kapsıyor mu? gibi soruları akla getirmiyor değil. Diğer yandan genel türkçedeki kullanımı itibarıyla nasıl oldu da devlet organlarının tümü gibi bir anlam daralmasına girdi sorusunu da sorabiliriz. Ya da örneğin filanca yerdeki falanca şahsa ait fabrikayı devrim gerçekleştiğinde kamulaştıracağız diyen bir sosyalist, kamulaştırmaktan neyi kast ediyordur, fabrika devletleştirilecek midir, yoksa vatandaşların mülkiyetine geçirmekten mi söz etmektedir? Bu sorular çoğaltılabilir fakat yine de genel hatlarıyla kamu ifadesi ile, bir arada yaşayan insanların hepsinin, tümünün, bütününün kast ediliyor olduğu da gayet açıktır. O halde kamu yararından söz ettiğimizde bir arada yaşayan insanların ortak faydasından, ortak çıkarından ya da ortak menfaatinden bahsediyoruz demektir. Elbette menfaat, çıkar ya da fayda dediğimizde, bu kavramların da içeriğinin, genel geçer karşılığının, gönderiminin zaman içinde nasıl değiştiğini göz önünde bulundurmak gerekir, fakat asıl meselemizden uzaklaşmamak adına bu kadarıyla yetinelim.

  1. Filozoflar’da Kamu Yararı: 

Felsefe tarihi boyunca kamu yararı başlığı altında süregiden tartışma, ki tam bu noktada bunun tartışılacak nesi var, kamu herkes ise herkes için iyi olan iyidir, ya da herkes için iyi olan herkes için iyidir denilebilir. Ancak sorun tam da burada çıkıyor, toplum için faydalı olan bir şey o tolumu oluşturan bireylerin her biri için ayrı ayrı iyi olmayabilir. Bu durumda bireyin menfaatleri ile toplumun menfaatleri arasında ortaya çıkacak bir çatışmadan söz edilebilir. Filozofların büyük çoğunluğu bireyin menfaatleri ile kamunun menfaatlerinin çatışması durumunda kamunun yaranının öncelenmesi gerektiğini söylese de zayıf ta olsa bunun karşıtı görüşler de söz konusudur. Bu konuda Heywood “Kamu yararı, bir cemaatin genel veya kolektif çıkarlarından oluşmaktadır; yani bir bütün olarak toplum için iyi olan şey demektir. Kamu yararına ilişkin iki çatışan anlayış saptanabilmektedir. Güçlü versiyonlar, kolektif bir organ olarak kamunun çıkarlarıyla her bireyin bencil veya kişisel çıkarları arasında açık bir ayrım yapmaktadır. Rousseau’nun ve çok sayıda sosyalistin görüşüne göre, kamunun çıkarları daha yüksek veya ahlaki açıdan daha üstündür. Zayıf versiyonlar sadece özel çıkarları kabul etmektedir ve bu nedenle kamu yararına özel çıkarların toplamından daha fazla bir şey olarak görmez.” demektedir. Kamu Yararı ifadesi ilk olarak her ne kadar Fransız Devrimi sonrası, o döneme kadar geçerli olan ortak iyilik ifadesine karşı ortaya çıkmış olan “Lintérêt general” ya da “l’intérêt public” kavramlarının karşılığı olarak kullanılıyor olsa da, toplumu, siyaseti, devleti ele alan antik dönem filozoflarından itibaren tümü konu hakkında görüşler öne sürmüşlerdir. Bu bölümde filozofların kamu yararına dair görüşlerinden alıntılara yer verilecektir.

  1. Sofistlerde Kamu Yararı

“İnsan her şeyin ölçüsüdür” diyen sofistlerin elbette kamu yararıyla ilgili görüşleri de kendilerine özgü olacaktır. Örneğin Protagoras “Her siteye doğru ve adil görünen şeyin, site onu böyle gördüğü sürece, onun için doğru ve iyi olduğu” görüşünü savunmuştur. Kamu Yararı ifadesi doğrudan yer almamakla birlikte, siteyi kamu beklenen iyi olma durumunu kamu yararı olarak ele alabiliriz. Protagoras’ın ifadesinden açıkça görüleceği üzere, sitenin faydasına görülen şey yine site tarafından belirlenmektedir. Site için aslında neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuna yine sitenin, yani kamunun karar veriyor olması aslında günümüz demokrasilerinin durumunun aslında hiç de sofistlerden aşağı kalır bir yanının olmadığını göstermektedir. Aynı görüşe göre kamu yararını gözeten ya da gözetmesi beklenen yasalar ne tanrısal kaynaklıdır ne de evrenseldirler. Onlar sadece ve sadece genel iradenin, toplumsal uzlaşmanın ürünüdürler ve bu iradenin değişmesine paralel olarak değişirler.

Diyebiliriz ki Protagoras kamu yararı ile ilgili bir evresellik iddiasında bulunmadığı gibi her bir site ile sınırlı olmak kaydı ile bir toplumsal mutabakatın gerekliliğini de vurgulamak durumunda kalmıştır. 

  1. Sokrates ve Kamu Yararı

Sokrates sofistlerin her şeyin ölçüsünün insan olduğu görüşüne şiddetle karşı çıkar. Diğer yandan Sokrates devleti doğal bir kurum olarak ta görmez. Vatandaşlarının ruhlarını yüceltmek ve onları mutluluğa eriştirmekle mükellef olan devletin yasaları sözleşme ile belirlendiğine ve ona    Sokrates’in devlet yönetiminde siyaset konusunda ehil ve bilgili insanların görev alması gerektiğini savunduğunu hem Platon hem de Ksenofon aktarmaktadır. Sokrates’in devletin yasalarını hayatı pahasına bağlı olduğunu, yasanın öngördüğü cezadan kaçma imkanı varken bunu reddettiği ve baldıran zehrini cesaretle yudumladığını biliyoruz. Dolayısıyla sözleşmeye bağlılığın sözünde durmanın bir erdem olarak ne kadar yüce bir haslet olduğunu, her zaman olduğu gibi metinleriyle değil fakat bizzat örnek yaşamıyla olduğu gibi örnek ölümü ile de göstermiştir. Yasanın ihlal edilmesini kamu yararı açısından belki en kötü şey olarak görmüş ve hayatı pahasına yasaya bağlı kalmıştır.

  1. Platon’da Kamu Yararı

Platon için devlet erdemli bir hayatın teminatıdır. Devlet vatandaşlarına erdemli bir hayatı temin etmek için vardır. O halde Platon için kamu yararı olarak değerlendirilebilecek en büyük değer erdemli bir hayata ulaşmaktır diyebiliriz. Platon için elbette doksada mutlak bir erdemli hayata erişmek asla mümkün değildir, fakat idealara bakarak ancak ona yaklaşabiliriz. “İdeal devlet insanlara mutluluk sağlayan, yeryüzünde doğru bir yaşamı mümkün kılan, değişimi ve izafiliği dışta bırakarak evrensel değerler üzerine kurulan ve otoritesini herkesin kabul ettiği bir meşruiyeti içeren ve bu meşruiyeti de felsefeden ve aklın ilkelerinden alan devlettir.”

Platon Kamu Yararı kavramı üzerine konuşmak yerine, doğrudan tüm felsefesini kamu yararını gözeten ideal bir devlet anlayışını ortaya koymaya adamıştır. En yüksek kamu yararı olarak gördüğü erdemli toplumu ve ideal devlete ulaşmayı sağlayacak ilkeleri ortaya koymakla kalmış bu erdemlerin nasıl bir eğitim metoduyla elde edileceği üzerinde detaylıca durmuştur. İdealizmin atası Platon’un kamu yararı kavramı üzerine konuşmaktansa erdemli toplum için gerçek yöntemler ve uygulamalar arayışı ile realitenin tam da merkezinde yer alması zekice bir ironi olsa gerek.

  1. Aristoteles’te Kamu Yararı

Kamu mevzu bahis ise ”Aristoteles için sözcüğün asıl anlamında yurttaşı yurttaş yapan şey adaletin yönetiminden pay almak ve yönetici meclisinin bir üyesi olmaktır.” Atina demokrasisi özelinde yapılmış bu vatadaşlık tanımı meşhur marazları nedeni ile çokça eleştiriye maruz kalır. Ancak günümüz demokrasilerinin geldiği nokta itibarıyla kimlerin adaletin yönetiminde gerçekten söz sahibi olması gerektiği meselesi, Aristoteles’i haklı çıkaracak kadar tekrar gözden geçirilmeye ihtiyaç duyuyor olabilir. Aristoteles yurttaş tanımını, evet sınırlı tutmuştur, çünkü devleti ve adaletin dağıtımını yönetmekle mükellef yurttaşın sorumlulukları ağırdır. 

Aristoteles’e göre de pratik anlamda bir devletin yerine getirdiği altı hizmet vardır. Bunların ilk beşi şunlardır: yiyecek sağlamak, sanat ve zanaatlar, silahlar, içişleri ve askeri konular için mülkiyet, ve kamusal ibadet. Altıncı “ve en yaşamsal öneme sahip hizmet, kamusal yararın neyi talep ettiğine ve neyin insanın özel işi olduğuna karar verilmesi”dir, başka bir ifadeyle, karar verme ve adalet sistemidir.

  1. Aziz Augustinus’ta Kamu yararı

 felsefenin önemli babalarından Aziz Augustinus’un siyaset felsefesi etik ve dolayısıyla metafizik anlayışından ayrılmaz.Aşkın, yalnız bireyin değil, bireylerden meydana gelen toplumun itici gücü olduğunu öne süren filozof, aşk türlerinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti. Ve gökyüzü ya da tanrı devleti ayrımına ulaşmıştır.  Bir yanda tanrı sevgisi ile hak ettikleri gökyüzü devletinde buluşmayı bekleyen gerçek müminler diğer yanda yüzünü tanrıya değil kendisine ve dünyaya dönmüş affedilmeyi bekleyen günahkarlar. 

Aziz Augustinus’un tanrı devletinde günah ta günahkar da yoktur. Günah olmadığı için için de ilk günahın eseri olan mülkiyet ve kölelik de bulunmaz Bundan dolayı, gökyüzü devletinde eşitlikçi bir bir düzen vardır. Burada prens ya da yönetici, yönetmekten çok hizmet eder.  Augustinus tanrı devletini dünya devletleri için bir model bir ideal olarak konumlandırı. Esasen Augustinus’un tanrı devleti öyle göklerde ulaşılamaz bir yerlerde de değildir. Zira kilise, yürekleri tanrı sevgisi ile dolu olanların  devleti olan tanrı devletinin yeryüzündeki görünümüdür.  

Oysa dünya devletlerinde yöneticiler kamu yararını gözetmezler, bu ancak tanrı devletinde mümkündür. Burada prens ya da yönetici boyun eğdirdiği halkın iyiliğini (yani kamu yararını) düşünerek değil, “egemenlik tukusu” ile “tahakküm etme arzusu”yla, başkalarından üstün olmak, onlara baskın çıkmak hırsıyla yönetir.

  1. Aquinalı Thomas içi Kamu Yararı

Aristoteles’in ortaçağdaki en iyi öğrencilerinden biri olarak Aquinalı Thomas için kamu yararı politik iktidarın teolojik bağı ile mümkündür. Devletin asli görevlerinden biri içlerindeki vicdanın sesini dinlemeyen kişileri doğal hukuka itaat etmeye zorlamaktır. Thomas için de en yüksek kamu yararının erdemli bir yaşam sürmek olduğunu söyleyebiliriz. 

  1. Farabi için Kamu Yararı 

Farabi’nin felsefi sistemindeki ana omurgayı metafizik (ilahiyat) teşkil etmektedir. “Farabi’nin şehir ve medeniyet tasavvurunu ortaya koyduğu başyapıtı Medinetü’l-fazıla metafizikle başlar, kozmoloji ile devam eder ve siyasi düzenle nihayet bulur. Medeniyetler ve onların ruhunu yansıtan şehirler, ancak muayyen bir medeniyet tasavvuru üzerinde yükselir.”

Filozoflarının siyaset bahislerinin metafizikten sonra gelmesindeki gayenin metafiziği araçsallaştırıp siyasi sisteme erişmek olduğunu savunan görüşlere katılmamakla birlikte, tanrının yeryüzüne gönderirken insan için arzu ettiği güzelliklere de ancak toplum yani devlet içinde dolayısıyla siyasetle mümkün olabileceğini de kabul etmek durumundayım. Aslolan tanrının rızasına uygun bir hayat sürmektir ve bu da devlet ile mümkündür.

Farabi siyaset, yönetim ve mutluluk konuları arasında sıkı bir irtibat kurmuştur. Farabi için bu mutluluğu mümkün kılacak şey yöneticilerdir. İnsanları vasıflarına göre ayıran Farabi, yöneticiler de yöneticilik vasfı ve erdem arar. Ancak bu niteliklere haiz yöneticilerin bulundukları erdemli yönetimlerle dünya ve ahiret mutluluğu mümkün olur.  Farabinin felsefesine kamu yararı açısından baktığımızda, ancak erdemli şehirde erdemli bir toplumun elde edebileceği en üst değer mutluluktur.  Farabinin siyaset bilimine dair yaptığı tanımların ortak noktasını mutluluk konusu oluşturmaktadır. Çünkü birlikte yaşamanın ve bir devlet formu inşaa etmenin esas gayesi mutluluğa ulaşmaktır. Farabi için, erdem uğruna bir araya gelen topluluk kendisi için en büyük faydayı talep etmiştir,  dolayısıyla erdemli bir şehir hayatının getireceği mutluluğu elde eden toplum en büyük kamu yararına erişmiştir diyebiliriz.

  1. Machiavelli için Kamu Yararı 

Diğerlerinden farklı olarak Machiavelli, ideal devletleri belirleme gibi bir amacı olmadığını her fırsatta ifade eden filozof,  bir insanın politik hayatın ahlaki ilkelerine göre eylemde bulunduğu takdirde yok olup gideceğini ve bir yöneticinin de aynı şekilde devletin güvenliğini ve refahını temin edemeyeceğini söylemişti. Devletin ideal olandan, erdemli olandan koptuğu bir dönemin filozofu olarak Machiavelli, hükümdarın ortak iyiyi (kamu yararı) veya genel çıkarı gerçekleştirmek amacı güttüğünü, bu ortak iyinin yargıç ya da ölçüsünün de yine hükümdar olduğunu söyler.

  1. Thomas Hobbes için Kamu Yararı

Hobbes için politik düzen toplum sözleşmesidir. Zira doğa durumunda “homo homini lupus”dur. İnsanlar doğa durumunda iken, kendi doğalarından kaynaklanan nedenler yüzünden sürekli bir belirsizlik, çatışma ve şiddet yaşarlar. Doğa durumu, Hobbes’un “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) şeklinde kısaca formüle ettiği bir savaş durumudur. “Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insan yaşamı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısadır” diye ekler Hobbes.

Hobbes için bireyin güvenliği en büyük kamu yararıdır diyebilir. Sürekli tutkularının peşinden giden insan için savaşmak kaçınılmazdır. Rasyonel yönü de olan insan için çözüm, çatışan tüm tarafların kaybedeceği savaştan uzak durmak ve toplum sözleşmesi ile bu barış ortamını sağlamaktır. İnsanlar rasyonel kararları ile özgürlüklerinin ve haklarının bir kısmından vazgeçerek oluşturdukları toplum sözleşmesi ile ortak iyiye ( Kamu Yararına) erişebileceklerdir.

  1. John Locke için Kamu Yararı

Locke için kamu yararı vatandaşların doğuştan gelen temel haklarını korumakla ilgilidir. Adaleti ve refahı sağlamak devletin temel görevidir. Locke için bir devlete meşruiyetini sağlayan şey kamu yararını tesis ediyor olmasıdır. Locke için kamu yararı, bireyin özgürlüğü yaşamı ve mülkiyet haklarının güvencesidir. Locke’un politik görüşlerinde kamudan ziyade bireyin yararı önceliklidir. 

Tartışma

  1. Neyin kamu yararına olduğu neyin olmadığı, kamuya yararlı olanın kim ya da kimler tarafından nasıl belirleneceği, insan, tanrı ve doğa ilişkisi bağlamında kamu yararının metafizik ya da toplumsal mutabakata dayalı temellerinin ne olduğu, ilk çağda, ortaçağda ve modern dönem de kamu yararı anlayışlarının nasıl farklılık gösterdiği gibi, konulara filozofların görüşleri içinde yer yer değinmeye çalıştım. 

Filozofların antik dönemden itibaren başat görüşü devlet ve toplumu önceliyorken, modern dönemle birlikte bu görüş bireyin çıkarları yönünde ağırlık göstermiştir. Kamu yararı ve bireyin çıkarları arasındaki çatışma ortaya çıkması durumunda ilk dönem kamunun yararı öncelenirken ikinci dönemde bireyin çıkarlarının kamu yararı üzerindeki ağırlığı artmıştır. 

İlk dönemde metafizik temellere dayanan devlet anlayışları, buradan hareketle ortaya koyulan ve erdem odaklı motivasyona dayanan toplum inşaası ve kayanağını metafizik ilkelerden alan kamu yararı düşüncesi, ikinci dönemde birey, güvenlik, özgürlük temalı toplum sözleşmesi formlarına evrilmiştir. 

  1. Türkiye’de İmparatorluk ve Cumhuriyet Döneminde Kamu Hizmetinin Metafiziği
  1. Devlette Devamlılık İlkesine Karşın Zihniyet Dönüşümü

Türkler, yüzyıllarca medeniyet mihveri olan İpek Yolu üzerinde devletler kurmuşlar ve kadim dünyada bölgesel ve küresel güçler olarak etkin olmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı devleti Türkistan/Atayurt ve Türkiye /Anayurt arasında kurulan devletlerin simgelerini de Anadolu’da yeni devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı forsunda bulundurarak bu bilinci bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Devlette devamlılık esastır ilkesi ile kendinden önce kurulan bütün Türk devletlerinin devamı olarak tarihi ve siyasi devamlılığı bir devlet geleneği olarak sindirip içselleştiren Türkiye Cumhuriyeti, en şiddetli iç çekişmelere, idamlara varan siyasi çatışmalara, rekabeti aşan tüm savrulmalara rağmen bu süreklilik esasına halel getirecek hiçbir adım atmamıştır. Bu sürekliliğin temini Anadolu’yu yurt kılan Oğuzların Kınık ve Kayı boylarının kurdukları devletlerde Nizâmülmülk gibi bir alim ve siyasetçiyi muallim olarak görmelerinde yatar. Çünkü yurtlandırmanın ruh ve manasını, ahlakını ve devamının şartlarını nesillere telkin edecek muallimleri, Nizamiye medreselerinde yetişti. Osmanlı da bu geleneği devam ettirdi. Öyle ki, (fikirleriyle bildirimizin temelini oluşturan) NurettinTopçu’ya4 göre, “Halife Osman’ın öldürülmesiyle dağılarak yıkılan İslâm cemaatı, İslâmın ebedi ruhunu, Osmanoğullarının bir ruh rönesansı diyebileceğimiz manevi inkılaplarıyla tekrar yükseltilebildi”der. İslâm rönesansının onuncu asırda Anadolu’da yarattığı milletiz. Bu asırda başlayan milli tarihimiz on beşinci asırda Bizansın alınmasına kadar devam etti. Bu anlamda Osmanlılık, “Anadolu milliyetçiliğini içerisine almış, tarihi kaderin planı içinde bundan tam manasıyla insani değer taşıyan bir imparatorluk çıkarmış, ruhuna sahip bir milliyetçililik davası idi.” Bu ruh İslâm’ın ruhu idi.” Dolayısıyla Türklerin fethettikleri toprakları “vatan” kılıp “yurt”landıran kültürel doku Hanefi-Maturidi İslâm yorumunun somutlaşmış şekli olan Horasan-Yesevi kültürü olup, Arap ve Fars Müslümanlık tasavvurlarından farklıdır. 

Tarihteki tüm Türk devletleri için geçerli bu devlette devamlılık ilkesi sadece tarihi bir bütünlük, kurumların ve sürekliliğin korunması olgusundan ibaret değildir. Türk İslam geleneği içinde kurulan, Türkiye Cumhuriyeti de dahil tüm devletlerin siyasetlerini belirleyen metafizik ilkelerinin de korunması ve sürekliliği sağlayacak şekilde aktarılması da söz konusudur. 

İmparatorluktan cumhuriyete geçişte tüm dünyada olduğu gibi çok büyük bir zihniyet dönüşümü ve değişim yaşandı. Devlet modellerinin sistemlerin değiştiği, imparatorluklardan ulus devlet yapılarına geçildiği tarihte görülmemiş büyük bir kırılma yaşandı. Tüm Dünyaya  paralel yaşanan bu büyük değişimin başlangıç noktası Osmanlı için Tanzimat dönemi kabul edilir. Asıl büyük zihniyet dönüşümü Tanzimat’tan sonra meydana gelmiştir. Esasen Cumhuriyet fikri yaşanan bu zihniyet dönüşümünün bir sonucudur.  Onsekizinci Yüzyılın sonlarında geleneksel kurumsal yapıların ve siyasal örgütlenme tarzının işlevselliğini kaybettiği görülmüş, devlet teşkilatını yenileştirme çalışmaları başlamıştır.

Tanzimat sonrası yaşanan en büyük zihniyet kırılması Türk İslam geleneği içinde kök salmış adalet ilkesi yerine batının eşitlik anlayışının yer almaya başlaması ile yaşanmıştır. Osmanlı’nın çok dinli çok etnisiteli yapısının eşit vatandaşlık ilkesine geçişte önemli bir yapısal sorun oluşturduğu yönünde yaygın bir söylem bulunmaktadır.

Günümüz siyasi rekabet ortamı içinde “ Zulüm 1453’te başladı” gibi sloganların, kimi akademisyenlerin ifadelerine yansıyan ortaklaşılmayan kahramanlık hikayelerinin yanı sıra, ortaklaşılmayan mağduriyet hikayelerinin bir arada bulunması, ötesi devletin en temel güvenlik meselelerinde dahi “kime göre terörist” sorularının sorulabiliyor olması, yukarıda iddia edilen yapısal sorunların günümüze yansımalarının birer kanıtı olarak görülebilir. İmparatorluktan cumhuriyete geçişte devlette devamlılık ilkesine bağlı kalınmış ancak, bu yüzeysel kalan bu süreklilik yaklaşımı hem yapısal bütünlüğü hem de  zihinsel sürekliliği sağlamaya yetmemiştir.

  1. Tasavvuf Geleneğinin İmparatorluk Sistemi İçindeki Yeri

İmparatorluk tecrübesinin alt yapısını oluşturan felsefi geleneklerin yanı sıra, tasavvuf düşüncesi içerisinden de siyasi görüşler ortaya koyulmuştur. 

Sufiler, varlıkta birliği aradıkları gibi siyasal ve toplumsal alanı da birlik fikrinden hareketle anlamaya çalışmışlardır.tasavvufi düşüncede, siyaseti vahdet-kesret düzlemi üzerinden ele alan merâtibu’l  vücûd- merâtibu’d-devlet yaklaşımı, mertebei rical teorisi, devlet fikrinin, ilahi isimler ve ilişkileri üzerinden değerlendirilmesi, toplumsal sınıflar ve seyru sülûk arasında  görülen paralelik, âlem-i sâğîr/âlem-i kebîr veya afâk-enfüs arası mütekabiliyet, Hz. Adem’e ilahi isimlerin öğretilmesi ve halifelik, kutbiyyet ve insan-ı kamil fikri gibi tasavvufî siyaset yorumunu özgün kılan unsurlar vardır. 

Bu makalemizin konusu bağlamında ele alacağımız unsur, vahdet-i vücûd geleneği içinde vahdet-kesret konusu bağlamında halktan Hakk’a uzanan varlık mertebeleri yaklaşımının, İmparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde, en azından söylem düzeyinde aktarılmış olmasıdır. Bu söylemin makalemizin giriş bölümünde aktardığımız  “Halka Hizmet Hakka Hizmettir” söylemi ile imparatorluk dönemi kamu yararı anlayışının, cumhuriyet dönemine süreklilik bağlamında aktarılan az sayıdaki değerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Cümlede halk ile Hakk arasında kurulmuş bir özdeşlik gibi görülen durumun, esasen Osmanlı devlet düşünce sistemi içerisinde, ilkesel ağırlığını herkesin kabul edeceği tasavvuf düşüncesinin, halktan Hakk’a yükselen yahut Hakk’tan halka inen meratibin, bir kemalat yolu, bir seyr-u sülûk  olarak değerlendiren siyasi anlayışın bir aktarımı olarak görebiliriz. Daye, mebde ve mead izleğinden hareketle çokluk mertebesinde halk sınıflarının birlik mertebesindeki Hakk’a nasıl ulaşacağını ve toplumsal sınıfların görev sorumluluklarında hareketle anlatır.Yönetici sınıfların Hakk ile halk arasındaki vasıta oluşuna işaret eder. İdrîs-i Bitlisî, siyasetle ilahi irade arasında irtibat kurarak saltanatı Hakk’ın sıfatlarının yansıdığı bir düzlem olarak tanımlar. Yeryüzünde Hakk’ın gölgesi olan sultan, sıfatları itibarıyla Hakk’a benzemek zorundadır. Bu düzlemden bakıldığında, saltanattan cumhuriyete geçiş sürecinin gecikmiş kutlamalarında “kulluktan vatandaşlığa” söylemi içindeki kulluk vurgusunun yeriliyor olması anlamını yitirmektedir. Nitekim söylemde ifadesini bulan kulluk kavramının kast edildiği gibi sultanın kulları anlamına gelmediği, fakat kul ile Hakk arasında irtibatı sağlayacak siyasi zemini temin etmekle mesul sultanın Hakk’ın kullarından mesul olduğu anlamına geldiği açıktır. Meratibin bir ucundaki  mükellef varlık, tanrı ve doğa ile ilişkisi bakımından kuşkusuz insandır. İnsan ise tanrı ile ilişkisi bakımından kuldur. Tanrının kulları bir araya gelip devlet kurarlarlar ve bu devletin en önemli unsuru o devleti elbette o devleti kuran kullardır. Diğer yandan kaynaklarda yer yer sultanlar tarafından kullanıldığına şahit olduğumuz kullarım ifadesinin, tıpkı günümüz idarecilerinin kullandığı vatandaşlarım ifadesinden de anlaşılacağı üzere bir mülkiyet ifadesi değil aksine bir mükellefiyet ifadesi olduğu anlaşılacaktır. 

Sonuç

  1. İmparatorluktan cumhuriyete geçişle birlikte, adaletin yerine eşitliğin, toplumun yerine bireyin, erdemlerin yerine özgürlüğün ikame edilmeye çalışıldığı modern anlayışların, klasik dönemin sunduğu erdemli bir hayat ve mutluluk metafiziğinin vadettiklerinin çok gerisinde kaldığını söyleyebiliriz. Buna karşın Türkiye’de, imparatorluktan cumhuriyete geçiş sürecinde, en yüksek kamu yararı olarak, erdemli bir hayat ve metafizik temelleri ile tanrı ile irtibatlı bir devlet anlayışı fikrinin, en azından bir söylem olarak dahi olsa “Halka Hizmet Hakka Hizmettir” anlayışı içerisinde bizzat cumhuriyetin banisi tarafından cumhuriyete aktarıldığı gerçeğini vurgulayabiliriz. Devlette devamlılık esastır ilkesi ile kurumlar üzerinden aktarılan fiziki süreklilik durumuna karşın, felsefi esasların neredeyse tümden terkedildiği modern devlete geçişimiz sırasında, tanrı, insan ve devlet irtibatı bağlamında kamu yaklaşımımızın tasavvufi ilkelerini muhafaza ediliyor oluşunu. Neredeyse ortak mutabakat zemininin kalmadığı bir siyasi atmosferde, kamu yararı başlığında, gerek  iktidar ve gerekse  muhalefet temsilcilerinin “Halka Hizmet Hakka Hizmettir” söylemine sahip çıkıp, güçlü bir metafizik gönderimi olan bu anlayışı geniş bir mutabakatla benimsiyor oluşunu değerli bulduk. Türk İslam devlet geleneği içerisinde kök salmış bu güçlü tasavvufi siyaset anlayışına ait küçük bir tohumun, şans eseri ya da ilahi bir hediye olarak çağın bu tarafına düştüğünü, tamamen koptuğunu düşündüğümüz metafizik irtibatın, üzerinde mutabakat sağlanmış ince de olsa bir bağın halen varlığından söz edebiliriz. Bu anlayışı titizlikle açıp, açıklayarak, bağın yeniden güçlendirilebileceğini, gerçek gayelere adanmış, erdemli ve mutlu bir toplumsal hayatın kamu yararı adına yeniden tesis edilebileceğini umur edebiliriz.

Kaynakça

ABCI, Filiz (2015). “Thomas Hobbes: Devlet ya da “Ölümlü Tanrı’ya Övgü”, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler içinde, ed. Mehmet Ali Ağaoğulları,

Arslan, Ahmet. Sofistlerden Platon’a İlk Çağ Felsefe Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,

Cevizci, Ahmet.(2016), Felsefenin Kısa Tarihi, Say Yayınları,

Heywood, Andrew., (Çeviri; Bakırcı, F.) Siyaset,

Kalın, İbrahim, Barbar, Modern, Medeni (2018)

Mevlüt Uyanık, “Küreselleşme Olgusu ve İpek Yolu Medeniyetinin Yeniden Dirilişi”,Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı. 18-19 (2013)

Mevlüt Uyanık, “Yeni Bir Türk-İslâm Medeniyeti Tasavvuru İçin Hoca Ahmed-i Yesevi ve Yönteminin Önemi” Diyanet İlmi Dergi, cilt.52, sayı:4, Aralık 2016;s.191-214; Selefi Zihniyet, Arap Baharı ve Türkiye, Araştırma yay. Ankara. Eylül. 2016, s.107-136; Milli Birlik Ve Toplumsal Barışın Tesisinde Din Ve Felsefenin Rolü -15 Temmuz 2016 Sonrasında Yeni Bir Din Dili Oluşturmanın Gerekliliği Üzerine

http://estudamdergi.ogu.edu.tr/index.php/maturidilik/issue/viewIssue/22/101, 21/06/2017

Nişanyan Sözlük, Kamu, ( Erişim 16 Haziran 2023)

Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, Hareket yayınları, İstanbul.(1970)

Nurettin Topçu, İslâm ve İnsan, Hareket yay. İstanbul.1969, s.5, Yarınki Türkiye, Yağmur yay. İstanbul. (1961)

Osmanoğlu, Ömer. İdeal Devlet Erdemli Toplum, Platon ve Farabi’nin Siyaset Felsefesi,Ark, (2021)

Ökmen, Mustafa. (2010), Kamu Hizmetinin Felsefi Temelleri Ve Yeni Kamu Yönetiminde Geçirdiği Dönüşüm,

Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi

Öztürk, Özkan., Tasavvufi Düşüncede İlahi isimlerin Fiilleri Olarak Siyaset, Teklif Dergisi, Sayı 7, Siyaset,

Özyurt, Cevat. Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni, cilt 8, Ahmet Cevdet’te Modernleşme ve Muhafazakar Devletçilik

Ross, David. Aristoteles.(2011), Kabalcı.

Russell, B. (2012). Batı Felsefesi Tarihi Cilt I. İstanbul: Alfa Yayınları.

TDK, Genel Türkçe Sözlük, Kamu ( 16 Haziran 2023)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 21. Dönem, 3. Yasama Yılı, 28. Birleşim 11/Aralık /2000 Pazartesi

İlgili yazılar

Cevaplayın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son yazılar

Kategoriler