Freud ve Jung
Klasik Psikanaliz ve Analitik Psikoloji karşılaştırması esasen, psikolojinin en önemli iki isminin karşılaştırması olacaktır. Klasik Psikanaliz’in kurucusu Freud ve Analitik Psikoloji alanının kurucusu Jung isimleri üzerinden karşılaştırma yapmak, hayatlarını bir bölümünde dostluk kurmuş ve birlikte çalışma imkanı bulmuş dolayısıyla ayrıştıları ve farklılaştıkları alanların belirgin olması nedeniyle bize oldukça kolaylık sağlayacaktır.
Hem tarihsel olarak hem de disiplin olarak birinin diğerini öncelemesi anlamında incelememizi önce Freud ardından Jung ve daha sonra da bu ikisinin karşılaştırması şeklinde bir sıralamada yapacağız.
Hazırlık aşamasında okumalarımızı Banu Yazgan İnanç ve Esef Ercüment Yerlikaya’nın Kişilik Kuramları, Dilek Gençtanırım Kurt ve Evrim Çetinkaya Yıldız’ın Gerçek yaşamdan Kişilik Analizleri Örnekleriyle Kişilik Kuramları kitapları ayrıca John Freeman’ın 1959 yılında BBC için hazırladığı Face to Face adlı röportajı ve 2016 yılı yapımı Modern Dünyanın Dahisi isimli serinin Freud bölümünden yaptığımızı belirtmek istiyorum, zira akış içerisinde doğrudan atıf yapacağım ya da gözden kaçırarak ihmal etme riskini göze almadığımız için, kaynaklarımızı baştan belirtmeyi bağlamın da daha iyi anlaşılması bakımından zorunlu görmekteyiz.
Freud ve Klasik Psikanaliz
Psikolojide çığır açan Psikodinamik yaklaşımların kurucu babası Freud 1856’da bugünkü Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Freiber şehrinde doğmuştur. Gerek çağdaşları gerekse yakın dönemde Avrupa’da ortaya çıkmış bilim ve düşünce insanlarında olduğu gibi Freud’da yoksul sayılabilecek bir ailenin parlak çocuğudur. Freud 4 yaşındayken, ailesi ile birlikte Viyana’ya taşınıyor ve hayatının en uzun dönemimizi burada geçiriyor. Viyana Genel Hastanesinde doktor olarak çalışmaya başlar bir süre sonra Jean Martin Charcot ile çalışmaya başladığında histeri ve hipnoz gibi alanları tanıma ve deneyim kazanma imkanı buldu.Devam eden elli yıl boyunca bilinç dışı, zihinsel yaşantının fiziksel belirtileri, cinsel dürtüler, histeri ve zihinsel dürtüler arasındaki ilişkiye odaklanarak ve bu alanlar üzerinde çalışarak sürdürdü. Dört yıl nişanlı kaldığı Martha ile evlendi ve mutlu ve düzenli bir yaşamı oldu. Altı çocuğunun üçü kız üçü erkekti.
Gençlik yıllarında hem kokain kullanıyor hem de kokainin bağımlılık yapmayan güçlü bir anestetik olarak tanıtan bir bir çalışma yapıyordu, Freud bununla da kalmıyor yakınlarına da kokaini tavsiye ediyordu. Çok geçmeden yapılan başka bir çalışmayla kokainin zararları ispatlanacak ve Feud’un bu çalışması hezimetle sonuçlanacaktı. Freud sonraki yıllarda kişisel olarak kokaine olan bağımlılığında kurtulacak fakat ölümüne kadar vazgeçmeyeceğim tütün bağımlılığı devam edecekti.
Freud tıp fakültesinden arkadaşı Breuer’le birlikte daha sonraki dönemde yürüttüğü çalışmalardan edindiği deneyimle ‘’Histeri üzerine çalışmalar’’ adlı kitabını yazdı. Bu kitabındaki psikoterapi konulu bölümler psikanalitik yöntemin başlangıcı olacaktı.
1890’ların sonunda yaşadığı ciddi nevrozlar döneminde hem akademik hem de kişisel
olarak yalnızlaşan Freud için bu dönem oldukça yaratıcı ve verimli geçirdiği bir dönem
olacaktır. En önemli eserlerini bu dönemde veren Freud artık tanınan bir isim haline gelmişti.
1908’de Viyana Psikanaliz Topluluğunda Adler, Otto Rank ve tabi Jung gibi isimler Freud’la
tanışma ve birlikte çalışma imkanı bulmuştu.
Avusturya’da hızla Nazilerin etkisiyle hızla yayılan Yahudi düşmanlığından bir çokları
gibi nasibini alan Freud 1938’de İngiltere’ye gitmeyi başarmış ve hayatının geri Akalan’ına burada devam etmiştir. Yaşamının sonlarına doğru çene kanserinden muzdarip olan Freud herşeye rağmen puro içme alışkanlığından vazgeçmemiş, onca acılar çekmesine rağmen vücudunu uyuşturacak ilaçları da kullanmayı reddetmişti. Artık acıları dayanılmaz hale geldiği bir noktada aşırı dozda morfin vurulmasını isteyerek 1939’da hayata veda etmiştir.
Freud’un kendine özgü yaklaşımı Psikanaliz İnsan doğasını; içgüdüler ve psişik enerjiyle yani Libido ile açıklar. Buna göre insanların triebe denilen içgüdüleri vardır ve doğuştan gelen bu dürtüler insanın zihinsel ve fiziksel faaliyetlerini harekete geçirir. İçgüdü Bedensel ihtiyacın psikolojik ifadesi, fizyolojik gereksinimleri karşılanması istediğidir. Psikanalizde insan, acıdan kaçınan ve hazzı arayan bir varlık olarak karşımıza çıkar. Temel özellikleri şöyledir. İç güdünün temsil ettiği bedensel ihtiyaç anlamına gelen kaynak, ihtiyacın doyurulması yani amaç, doyumu sağlayacak nesne, iç güdüyü tatmin etmek için kullanılacak itici güç yani enerjidir.
Freud’a göre insanda iki temel içgüdü vardır; bunlardan ilki cinsel içgüdü görece daha önemli olmakla birlikte, bir diğeri de ölüm içgüdüsüdür. Sonraki dönemde basit genital arzular olarak algılanıp sert eleştirilere maruz kalacak cinsel içgüdü aslında bu düzeye indirgenemeyecek bu düzeyin çok ötesinde anlam içerdiğini ifade eden Freud bu sebeple bu dürtüye eros demiştir. Bunun dışında bir diğer temel içgüdü ola ölüm içgüdüsü de bilinç dışından insanların davranışlarını yönlendiren temel dürtülerdendendir. Freud’a göre yaşam varolmama durumuna dönme eğilimindedir. Tüm bu bedensel ihtiyaçların karşılanması için gereken zihinsel faliyetlerin ihtiyacı olan enerji Libido, yani psişik enerji ile karşılanır.
Freud’a göre ruhsal yapıda gerçekleşen herşey tıpkı fiziksel dünyada olduğu gibi bir nedene bağlıdır ve nedensiz hiç bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değildir. Freud bu nedenleri genel hatlarıyla çocukluğun ilk döneminde meydana gelen öncüllere bağlamaktadır. Psişik Determinizm diye tanımladığı bu bağlantıyı göremememizin sebebi bu bağlantılara dair yeterli bileğimizin olmamasından kaynaklanmakta olduğu görüşendedir. Freud’a göre rastlantısal düşünceler, rüyalar, dil sürçemleri gibi durumları Parafaks’lar olarak tanımlamıştır ki aradığımız nedenlerin ortaya çıktığı anlar olduğunu söyler.
Freud kişiliği hem topografik hem de yapısal modelle açıklamıştır. Topografik modelde ruhsal yapımız; tim istek, dürtü ve güdülerimizden oluşan bilinçdışı en deri tabakadır. Rüyalar ve düş sürçmeleri gibi fenomenlerin altında yatan sebepler bilinçdışı dediğimiz bu alandadır. Bilinçdışındaki bilgilerin bilinç düzeyine getirilmeden önce getirildiği köprü görevi yapan bu aşama hatırlayabildiğimiz anıların ve bilgilerin olduğu alandır. Bilinç ise farkında olduğumuz duyum ve deneyimlerin olduğu alandır.
Yapısal modelde ise Freud zihinsel süreçleri Id, Ego ve Süperego olarak üç parçalı bir yapı olarak tanımlamıştır. Id; içgüdüsel yapıyı tarif eder. Burada bedensel ihtiyaçlarımızın karşılıkları vardır. tamamen bilinçdışı bir düzeyi ifade eder ve haz peşinde koşar. Ego Süperegodan gelen talepleri değerlendirerek oluşan gerilimi azaltmaya, bu talepleri karşılamaya Süperego ve id arasında dengeyi kurmaya çalışır. Sosyal bir dünyada yaşayan bir canlı olarak toplumun değer yargılarına, genel ahlaka uygun yaşamayı, özgeciliği talep eden parça da budur.
Bu parçalar arasındaki yönetişim ve karşılıklı taleplerin değerlendirilir yerine getirilmesi ya da getirilmemesi süreci bir gerilim oluşturmaktadır, bu da kaygıyı ve nevrozu doğurmaktadır. Bu şekilde ortaya çıkan gerilimleri ego oluşturduğu savunma mekanizması ile bertaraf eder.
Freud diğer yandan kişiliğin erken dönemde gelişimini evrelere ayırarak göstermektedir. Libidonun yoğunlaştığı biyolojik bedensel uzuvlar üzerinden tanımladığı gelişim evreleri; ilk olarak 0-18 ay aralığında Oral Dönem, 18 ay- 3 yaş arası Anal dönem,, 3-6 yaş arası Fallik dönem, 6-12 yaş Latant dönem ve Ergenlik dönemi olan 12 yaştan itibaren ki dönem olarak ele alır. Bu dönemde her aşamada gerçekleştirilmesi gereken ödevler vardır. Bu görevlerin sağlıklı bir şekilde yerine getirilip getirilmemesi kişilik gelişimi için hayati derecede önemlidir Freud için.
Gerek yönteminin bilimsel metodolojiye bağlı olmaması gerekse cinsellik vurgusu üzerinden ciddi eleştirilere maruz kalacak olan Freud’un Psikolji tarihinin en önemli ismi olmayı sürdürmeye devam edeceği açıkça görülmektedir.
Jung ve Analitik Psikoloji
Carl Gustav Jung 1875’te İsviçre’nin Kesvil kasabasında birçok büyük düşünür gibi o da dindar bir ailede dünyaya geldi, nitekim babası Protestan mezhebine mensup bir klişe papazıydı. Dokuz yaşındayken bir kızkardeşi oldu, fakat o kardeşinin doğumundan önce de sonra da içine kapanık gizemli oyunlar oynayan, çocukluk yaşlandıran itibaren felsefi sorular üzerine düşünen bir çocuktu. On bir yaşında Basel’de Liseye gittiğinde karşılaştığı zengin ailelerin çocukları kendi durumunu farketmediniz sebep oldu. Fakirdi ve ailesi onu okutmak için ciddi fedakarlıklar yapıyorlardı.
Jung için okul sıkıcı bir yer olmaya başlamıştı. Ne din dersleri ne de matematik anlamlı gelmiyordu. Savaş resimleri yapan ateş yakan küçük Jung okuldan önceki tek başına yaşadığı inziva hayatını özlüyordu ve arkadaşlarıyla iletişim kurmakta pek de başarılı sayılmazdı.
Okulda kavga ettiği bir çocuğun kendisine vurması sonrası bayılmış, devam eden süreçte okula dönmesi telkin edildiği zamanlarda da ara ara tekrar etmiştir. Kendi dünyasına denemekten hayli memnun olan küçük Carl ailesinin kendi aralarındaki bir konuşmasına, gizlice kulak misafiri oldu. Kaygılı ailesinin Carl’ın durumuyla ilgili çalışması gerektiği fakat bunu yapıp yapamayacağı konusundaki tartışmaları onu endişe getirdi ve okula dönmeye karar verdi.
Lise yıllarında felsefeye merak saran Jung Üniversiteye gittiğinde fen bölümün seçti. Artık o eski içine kapanık Junk daha dışadönük konuşkan ve girişken biri haline gelmişti. Tıp alanında ilerleyen Jung daha sonra uzmanlık alanı olarak Psikiyatriyi seçti. Metafiziğe, mistizme, dini konulara merakı olan Jung İnsanın ruhsal yapısını anlamaya kararlıydı, o dönemde çok da popüler olmayan Psikiyatri alanını seçmiş olması çevresinde hayal kırıklığı yaratmış olmasına rağmen o tutkularının peşinde gitmekte kararlıydı. 1900’de tıp doktoru olmuş Burghölzi hastanesinde şizofreni üzerine çalışan Bleuler’le çalışmaya başladı. Paris’te Piere Janet’e bir süre çalıştıktan sonra tekrar Burghölzi’ye döndü ve burada sözcük çağrışım testini geliştirdi.
1903’te Emma ile evlenen Jung’un evliliklerinden beş çocukları oldu. Eşi Emma ona çalışmalarında da Yardımcısı ve destek oluyordu. 1900’de Freud’un rüyaların Yorumu adlı eserini okuyan Jung Freud’dan çok etkilenmişti, 1906’da şizofreni ile ilgili ‘’Dementia’’ kitabını yazdı ve bu kitabı bir süredir mektuplaştığı Freud’a gönderdi. Kitaptan etkilenen Freud’la 1907 yılında tanıştılar ve kısa sürede iyi bir dostluk geliştirdiler ev bir süre birlikte çalıştılar. Freud’un da desteği ile Uluslararası Psikanaliz Derneği başkanı oldu. Freud onu veliahtı olarak görse de bu dönemde Freudla aralarında Oedipus Kompleksinin evrenselliği ve Freud’un Libido’ya yaptığı cinsellik vurgusu nedeniyle anlaşmazlık çıktı. Freud’un kuramını eleştirdiği ‘’ Biliçdışının Psikolojisi’’ adlı eserini yazdığı 1913 yalıda altı senedir devam eden birliktelikleri son buldu. Amerika, Asya, Afrika gibi yerlerde farklı kültürleri incelediği seyahatleri sonrasında 1955’te önce Emmayı kaybetmiş 1961 Haziranında 86 yaşındayken yine doğduğu kasaba olan Küsnacht’ta hayata veda etmiştir.
Jung insan doğasını Psişik enerji dediği Libido tarafından yönlendirildiğini söyler, barda Freudyenbir cinsel içgüdü vurgusu olmamakla birlikte bunu da içeren dinamik bir süreçten bahsetmektedir. Yaşam enerjisi diye de tanımladığı libidoyu Değer kavramı ile ölçeklendirmiştir. Junga göre tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi ruhsal enerji de entropi yasalarına benzer bir yasa ile varlığını ve miktarını hep korur. Ruhsal yapıyı Karlıtlar, eşdeğerlilik ve entropi ilkeleri olmak üzere üç başlıkta açıklar. Junga göre yaşam karşıtların oluşturduğu bir kıvılcımdan ortaya çıkar. Bu karşıtların oluşturduğu gerilim. Yaşam enerjisini meydana getirir. Gerilim yoksa enerji de yoktur. Bilinç düzeyinde var olan her özelliğin , düşüncenin yada duygunun tam karşıtı bilinçdışında da varlığını sürdürür. Eşdeğerllilik durumu ise kişiliğin bir parçasında olan enerji diğerine aktarıldığında diğer parçada azalmakta ya da tam tersi olmaktadır. Bu enerji bir denge bulma eğilimindedir, Jung buna enantiodromia adını vermektedir. Entropi ilkesi gereği de bu enerji asla eksilmez. Junk karşıtların birbiriyle olan bu çatışmasını farkedip bununla barışık yaşama durumuna aşkınlık der ki bu da kişiye kendisi olma yolunda önmeli bir rehberdir.
Jung kişiliği Bilinç Freud’un da dediği gibi okyanusun ortasında bir ada modeli ile tanımlar. Bilinçdışı suyun altında kalan kısımdır, suyun üzerindeki görece daha küçük parçaya ego der. Kişiliğin sürekliliğini sağlayan ve farkındalığın olduğu seviyedir. Jungun bir başka tanımı Persona’dır. Buna göre toplumsal hayatın içindeki herkes kendisinden beklentilere yanıt verebilmek ve toplumda kabul görebilmek için, yani dış dünyaya uyum sağlayabilmek için Persona ismini verdiği sistemi kullanır. Persona geliştiremeyen insanlar ise gergin kaba ve iletişim kurmakta güçlük. Çeken insanlara dönüşür. Ayrıca kişisel bilinçdışı ve gölge adını verdiği yapılardan bahseden Jung kollektif bilinçaltı adını verdiği ve nesiller boyu kalıtım yoluyla aktarılan ve doğuştan sahip olunan özelliklerden de bahşeder. Bu içeriği oluşturan öğelere arketip der.
Jung kişiliğin gelişimini yaşam boyu, dinamik ve evrimsel bir süreç olarak ele alarak eşzamanlı bireyleşme ve bütünleşmeden söz eder. Gelişimin aşamalarını çocukluk, gençlik, Orta yaş. Ve yaşlılık dönemleri olarak ele alır. İki temel karakter tipolojinin tanımlar, bunlar içe dönük ve dışa dönük karakter tipleridir. Aynı zamanda düşünme, hissetme, duyuş ve seziş adını verdiği işlevler ile tutumları bir araya getirerek 8 tip karakter tanımlamıştır.
Freud ve Jung
Her iki isim de Psikodinamik kuramcıdır. Yine her iki isminde kişisel hayatlarında benzer dramları görmek mümkün nerdeyse çocuk sayılarına ve çocukluk yıllarında yaşadıkları ekonomik zorluklara kadar benzerlikler vardır. İki bilim adamı da her ne kadar yöntemleri pozitivist yaklaşımın ampirik ve deneyci yöntemlerinde kabul görmese de insanın ruhsal yapsana dair söyledikleri şeyler bu gün de hala araştırmacıları ve bilim çevrelerini etkilemeye devam etmektedirler. Freud’un bilinçdışı tanımıyla açtığı çığırdan sonra Jung’da en az yine onun kadar önemli sayılabilecek kollektif bilinçdışı kavramını geliştirmiştir. Freud’un Libidoya yaptığı cinsel dürtü vurgusunu aşırı bulan Jung bunun yerine cinsel vurguyu içeren ama çok daha fazlası olan yaşam enerjisini ortaya koymuştur. Freud hiç felsefe eğitimi almadığı halde Jung felsefeye özellikle metafiziğe ilgi göstermektedir. Rüyalar konusu aynı şekilde ortak ilgi alanlarıdır.
Her ikisi de şerlerini yazdıklarında bilim çevreleri tarafından başta yadırgandılar fakat her ikisinin de ayrı ayrı çıktıkları insan doğasına ve davranışlarını anlama serüveni hayatlarının bir bölümünde kesişerek birlikte çalışma. Fırsatı bulmuşlardır. Jung Freud gibi içgüdüleri sınıflandırma çabasına girmemiştir. Freudla tanrı inancının doğuştan getirilen bir gereksinim olduğu konusunda ayrışmışlardır. Freud davranışları çocukluk dönemi gelişim evreleri ile determine etmiştir, freud ise bu tarz büyük yasa yasayı yaşam enerjisini entropi ile psikolojisinde kullanmıştır. Freud için hayatın geri kalanını da etkileyen çocukluk dönemi gelişimi yeterliyken, Jung için hayat boyu süren bir gelişmeden bahsetmek mümkündür.Her iki düşünce sisteminin de dogmatik bulunarak eleştirilmesi durumu söz konusu olduğu halde her iki deha isim Psikoloji tarihine damga vurmuş isimlerdir.