Düşünsel düzeyde yaşanan her devrim, kendinden sonraki yüzyılların düşünme biçimlerini, bu düşünceye bağlı yaşam biçimlerini, nihayetinde yaşam biçimlerinin zorunlu kıldığı fiziki ve toplumsal gerçekliği belirlemiş ve değiştirmiştir.
İdeolojik bir tutum olduğunun altını çizmekle birlikte, düşünce tarihini antik yunandan başlatacak olursak; site demokrasisi tecrübesinin, mitolojik düşünme biçimi zeminine; devam eden süreçte ortaya çıkan çözülme ve kaosun, sofist düşünme biçimi zeminine; sonrasında ortaya çıkan Büyük İskender deneyiminin, logos zeminine oturduğunu görebiliriz.
Nasıl ki Ortadoğu’da ortaya çıkan Hristiyanlık, sonrasında Ortadoğu’yu, Akdeniz’i, Afrika’yı hatta Amerika’yı yüzyıllar boyu değiştirdi ise; nasıl ki Arap yarımadasında ortaya çıkan İslam; Ortadoğu’yu, Doğu Akdeniz’i, Orta Asya’yı, Anadolu’yu, Afrika’yı, İspanya’yı ve Avrupa’yı yüzyıllar boyu değiştirdiyse; Nasıl ki Rönesansla ortaya çıkan (aydınlanma) deneyimi Avrupa’yı ve sonrasında tüm dünyayı değiştirdiyse; bu gün yaşadığımız Dünya’daki fiziki ve toplumsal gerçekliğin düşünsel zeminini, geçtiğimiz bir kaç yüz yıl içinde ortaya çıkmış ve bu günü etkilemiş düşünce biçimlerinde arayabiliriz.
Felsefe tarihini dönemlendirirken, modern döneme kadar geçen süreci; ilkçağ Antik Yunan Felsefesi, Hristiyan Felsefesi, İslam Felsefesi hatta Rönesans Felsefesi gibi tanımlar verirken, dönem felsefesi üzerinde ağırlıklı etkisi olan bir öncü düşünce zeminine atıf yapıyorduk. Fakat 17. Yüzyıldan itibaren Kant’la birlikte bu zeminin ortadan kalktığını açıkça görmekteyiz. Bu dönem tanımlamalarının ise günümüz akademik yaklaşımının bir ürünü olduğu sadece rakamlardan oluşan bir tarihe atıfla isimlendirildiğini görürüz.
Günümüz dünyasının toplumsal ve fiziki gerçekliğinin üzerine oturduğu düşünsel zemin olarak geçtiğimiz yüzyılı, sadece sayılardan oluşan bir isim dışında tanımlayabilmenin bir imkânı yok mudur? Öyle ki dönem düşünce şeklini belirleyen ortak bir niteliğe atıfta bulunsun.
Evet, dönem felsefesi için böyle bir tanımı mümkün kılacak öbeklenme açıkça görülebiliyor. Zira kendinden önceki bütün felsefi düşünüş biçimlerini radikal bir biçimde eleştiren, ortaya koydukları yaklaşımla, Felsefenin bu güne kadar değiştirmeden koruduğu çelişkisizlik zemininin yerini çelişkiye, hakikat arayışı gayesinin yerini belirsizliğin kabul edilebilirliğine, nesnelliğin yerini öznelliğe, kesinliğin yerini göreceliğe bırakacağı kapının aralandığı bir çağa girilmiştir artık.
Tıpkı müslüman filozofların, İslam felsefesi diye tanımladığımız döneme damgasını vurduğu gibi, tıpkı Hristiyan filozofların Hristiyan felsefesi diye tanımladığımız döneme damgasını vurduğu gibi, 20. Yüzyıla da Yahudi filozoflar damgasını vurmuştur. Dolayısıyla bu döneme de Yahudi felsefesi dönemi diyebiliriz.
Bu makalede, 20. Yüzyıla damgasını vurmuş Yahudi Felsefesinin, günümüz dünyasının fiziki ve toplumsal gerçekliğini belirleyen düşünüş biçimlerini ortak nitelikleri bakımından ele alacak, Theodor Adorno’nun Kopulasız Felsefesi örneği üzerinden günümüze etkilerini inceleyeceğiz.
İslam felsefesi döneminde, İslam düşünce geleneğinden bağımsız olmamakla birlikte bazı yahudi filozofların varlığından haberdarız. Abdullah bin Sebe’den İbn Cebirol’a, Abraham ibn Ezra’dan Musa bin Meymun’a İslam düşünce tarihi içerisinde yer almış Yahudi filozoflardan söz edebiliyoruz. Bahya bin Yusuf ibn Paquda gibi Endülüs İslam düşüncesi tarihi içerisinde varlık göstermiş yahudi filozoflar görüyoruz. Buna karşın dikkat çekici bir husus, neredeyse 16. Yüzyılın sonlarına doğru Spinoza’ya gelene kadar, ve sonrasında yine 19. Yüzyıl sonlarına 20. Yüzyıl başına kadar Hristiyan Felsefesi tarihi içerisinde bir Yahudi filozofun varlığından söz edebilmemiz neredeyse mümkün görünmüyor. Yahudi felsefeciler, Rönesansla birlikte Hristiyan dünyası üzerindeki kilise baskısının hızla azalması ile, çalkalanıp kapağı açılmış bir gazoz şişesinden fışkıran meşrubat gibi düşünce dünyasına saçılmışlardır.
Adorno ve çağdaşı felsefecilerin ortak bir yönü neredeyse tamamı antisemitizm baskısı altında kalmış olmalarıdır. Bir çoğu dindar yahudi ailelerin çok iyi din eğitimi almış çocuklarıyken, kimileri de yaşadıkları baskılar sonucu dinlerini değiştirmek zorunda kalmış ailelerin kimlik sorunu yaşayan çocukları olmuşlar, Auschwitz trajedilerine kadar uzanan ortak bir travmanın mağdurları olmuşlardır. Ortaya koydukları felsefeleri farklılık gösterse de yaşadıkları büyük travmaların ruhlarında açtığı derin yaraların belirleyiciliğinin dışına çıkıp çıkamadıklarının emarelerini , yine ortaya koydukları eleştirel ve radikal felsefelerinde görmek mümkündür.
Felsefe için, klişe kavramının ne ifade ettiği konumuz değil, fakat bir klişe cümle olarak, Felsefe, düşünce ve ifade özgürlüğünün olduğu, refah ortamına ihtiyaç duyar, böyle ortamlarda ortaya çıkar. Hal böyleyken 19. Ve 20. Yüzyıl Avrupa’sının yahudi felsefeciler için böyle bir imkan sunmadığı ortadadır.
Gerek antik yunanda, gerek İslam felsefesi tarihinde nispeten böyle bir özgürlük ve refah ortamından bahsetmek mümkünken, ortaçağ Hristiyan dünyasında ya da 19. 20. Yüzyıl Avrupa’sında böyle bir özgürlük ve refah ortamından söz edebilmek pek mümkün gözükmüyor. Örneğin bir Endülüs medeniyetinin sunduğu özgürlük ve refah ortamının, 20. Yüzyıl Avrupa’sında, özellikle yahudi bir filozof için bulunmadığını teslim etmek gerekir.
Elbette tanrı tarafindan seçilmiş, çok özel bir insan olarak kendisine vahyedilmemişse, hiç bir filozof için kendisini tarihi, coğrafi ve kültürel bağlamın belirleyiciliğinden tamamen sıyırabilmiş olmasından söz edemeyiz.
Düşünce ve fiziki gerçekliğin birbirini karşılıklı olarak etkilediği ve şekillendirdiği kabulü ile; büyük trajedilerin ve travmaların gölgesinde ortaya koyulmuş bir düşüncenin hakikate ne kadar yaklaşabileceği gerçek bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Travmaların gölgesinde ışığını arayan, trajedilerin getirdiği çaresizlik hissi ile hakikate dair inancını kaybetmiş, kırılgan ve dargın ruhların isyanı aklıselim midir?
Adorno’nun yaşadığı travmaların etkisinde ortaya koyduğu kopulasız felsefesi örneğinden hareketle, bağlama dayalı belirleyici etkinin, onların düşünüş biçimleri üzerindeki etkisini inceleyelim.
Theodor Adorno,
20. Yüzyılın hemen başında 1903 yılında, Frankfur Main’da dünyaya geliyor. Sonradan protestanlığa seçmiş şarap tüccarı bir baba, katolik şarkıcı bir anne, piyanist bir teyze. Şaşırtmayacak kadar zeki bir çocuk, gymnasiumu iki sene atlayarak 17 yaşında bitiriyor. Erken denilecek bir dönemde Kant okumaları yapıyor.Yunanca, Fransızca, İngilizce öğreniyor. Daha da şaşırtmayanı, o da diğerleri gibi antisemitizm mağduru. Yaşadığı travmayı da Minima Moralia’sında aktarıyor.
Frankfurt Üniversitesinde, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji ve Müzik eğitimi alır. Husserl üzerine çalışmasıyla mezun olur. Yakın arkadaşları Horkheimer ve Benjamin de tıpkı onun gibi asimilasyon mağduru yahudi ailelerin çocukları.
Adorno müzikle irtibatını asla koparmıyor. Edebiyat dünyasının ünlü romancıları ile görüşüyor. Doktorasını da Kierkegaard: estetik olanın kuruluşu çalışması ile yapıyor. Rönesansla birlikte başlayan sanat rüzgarı, Dönemin Almanya’sında Hitler’de dahil olmak üzere arayış içindeki neredeyse her gencin yöneldiği bir ifade biçimi, bir kaçış yeri olarak sanat, Adorno’nun felsefesinin de odağını oluşturuyor. Nihayetinde Sanat, bu dönemden itibaren hakikat arayışının bir yöntemi olarak ele alınmaya başlayacak.
Hakikat arayışının farklı yöntemleri olarak sanat ve felsefenin tehlikeli yakınlaşması bu dönemde; sonu felsefe için trajediyle bitecek bir yasak aşka dönüşecek. Adorno’nun da katkısıyla bu yasak aşkın meyvesi olan kolsuz, bacaksız, gözsüz, kulaksız, kalpsiz düşünce bebekleri ortalığa saçılacak. Sanat ve felsefenin bu yakınlaşmasının sonucu olarak; sanatın yargıları felsefenin hakikatini, felsefenin yargıları sanatın hakikatini bulanıklaştıracak.
Logos’un köşeli ve keskin yargılarının yerini, sanatın dairesel ve kuşatılamaz öznel yargılarının aldığı bir döneme girilmiştir artık. Bu dönem aynı zamanda, kuşatılmaz sanat hakikatlerinin köşeli yargılarla belirlenmeye çalışılmasının, ele geçirilmeye çalışılmasının bir sonucu olarak da, kültür endüstrisi canavarının ortaya çıkışına kadar uzan bir sürecin de başlangıcı olacaktır.
Felsefenin başlangıcından beri ortaya koyduğu rasyonel düşünce ile savaşmak, aslında o düşüncelerin zeminini oluşturduğunu fiziki, toplumsal düzen ile savaşmaktı, dönem Almanya’sının yahudi topluma sunduğu adaletsizliklerle savaşmaktı Adorno için. Adorno’nun ifadesi ile “Tikeli tümelin baskısına karşı savunmak”, aslında baskı altındaki yahudi azınlığı baskıcı çoğunluğa karşı savunmaktı. Bu savunma mekanizmasını doğrudan felsefeden elde etmek de mümkündü elbette, ancak sanatsallaştırılmış felsefe bu olanağı çok daha etkili sunabilirdi.
Adorno’ya göre hem olguların hem de kavramların aynı anda hakikat olabilmesinin imkanı yoktur. Bu bağlamda pozitivizmi eleştirerek kavramlarla hakikatin örtüşmeyeceğini kavramların hakikati kuşatamayacağını söylemiştir. Böylece Kant’la başlayan belirsizleşme serüveni daha da ivmelenmiştir.
Gerçeklerle kavramlar arasındaki uçurum ancak sanatla kapatılır diyen Adorno filozofların herşeyi bilme iddiasından vazgeçmesini öğütler. Sistem filozoflarının yerini, sistem eleştirisi yapan filozofların alacağı bu dönem bir bakıma felsefenin kendi kendini yok etmeye başladığı sürecin bir başlangıcı olacaktır. Adorno bu düşünüş tarzından hareketle bir felsefe tanımı da yapar ki, belki büyük kırılma noktası buralarda bir yerlerdedir. Adorno Felsefenin etkinlik alanının tam da bu ve benzeri çelişki alanları olduğunu söyler.
Bu dönemde felsefe bir yandan pozitivizmin etkisiyle bir bilim olarak belirlenmeye çalışılmıştır. “Felsefedeki bu bilim olma merakı onu bilim yapmadığı gibi felsefe olmaktan da çıkarmıştır.” der Adorno. Fakat diğer yandan Adorno’nun kendi bağlamının şiddetli etkisi ile felsefeyi sanatsallaştırma çabası da söz konusudur. “Dir” ideolojidir diyerek felsefenin yargı verme iddiasını ortadan kaldırarak hakikatin yerine paradoksal bir başka yargı ihdas etmiştir.
Bir yandan bilimciliğin, bir yandan sanatçılığın pençelerinde iki yana çekiştirilerek parçalanan felsefe, günümüz dünyasının düşünüş biçiminin, daha doğrusu düşünce üretememe durumunun da zeminini oluşturmuştur.