İnsan için tutarlılık arayışı doğal bir eğilimdir. Karmaşık yapısı gözümüzü alan diskursif bir felsefe metninde ilk odaklandığımız yer metnin iç tutarlılığıdır. Bu makale Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi adlı eserine dair eleştirel bir okumadan ibarettir. Kant bu eserinde duyulur ve düşünülür dünyayı algılama biçimimizi kritik etmiş, bu bakımdan saf aklın kendisine odaklanmıştır. Kant, nesnelerin kendinde halini bilemeyeceğimizi,, onları ancak bize göründükleri haliyle bilebileceğimizi savunmuş, “bugüne dek inakçı bir yolda bir Metafizik ortaya çıkarmaya yönelik tüm girişimlere olmamış gözüyle bakılabilir, ve böyle bakılmalıdır;” [2] diyerek klasik metafiziğe çok güçlü bir eleştiri getirmiştir. Kant’ın metni iç tutarlılığı bakımından adım adım temellendirilmiş güçlü argümanlardan oluşmaktadır.
Kant‘ın metnini iç tutarlılığı bakımından kritik etmek oldukça güçtür. Ancak belki metnin dışına çıkarak, klasik özne-nesne ön kabulü açısından bir değerlendirme yapmak mümkün olabilir. Kant’ın metni klasik özne-nesne ön kabulü ile tutarlıdır. Klasik özne-nesne ön kabulü mantığın 3. halin imkansızlığı kuralı ile de tutarlıdır. Klasik özne-nesne ön kabulü açısından 3. halin imkansızlığı kuralını, yine Kant’ın öznesinin inşa ettiği nesne kuramı ya da asla bilemeyeceğimiz kendinde şey ile tutarlı olacak şekilde yeniden düşünebiliriz. Buna göre; özne açısından, bir şey ya öznedir ya da nesnedir. Fakat bir başka özne açısından, bir özne nesne olarak, bir nesne özne olarak, ya da bir nesne sadece bir nesne ya da bir özne sadece bir özne olarak kurulmuş olabilir. Patoloji buna imkan vermektedir.
Elbette patolojiyi devre dışı bırakmak gibi bir zorunluluğumuz söz konusudur. Ancak patolojiyi devre dışı bıraktığımız anda normlar devreye girmektedir. Normlar devreye girdiğinde ise mantık ilkelerinin kesinliğini ve genel geçerliğini dayandırdığımız kaygan ve zayıf zeminin belirdiğini de görmekteyiz. Gerçek gibi görünmekle birlikte basit bir uzlaşı zemini üzerinde inşa edildiği açıkça görülen mantık ilkelerine olan inancımız zayıfladığında ise, deyim yerindeyse kıyamet kopmakta, bu durum bize durmamız gereken yeri hatırlatmaktadır. Diğer yandan doğru düşünmenin nesnel ve genellenebilir kuralları olarak mantık ilkelerinin basit bir uzlaşının neticesinde ortaya çıkıyor oluşu da kuşku götürmez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.
“Eğer sezgi kendini nesnelerin yapılarına uydurmak zorundaysa, bunlar üzerine herhangi bir şeyin nasıl a priori bilinebileceğini düşünemiyorum;”[3] diyen Kant’a, çünkü kendini nesnelerden bağımsız, ayrık algılıyorsun. Aklı, sezgiyi ve dahi özneyi en başından tikel yani hatalı kuruyorsun. Oysa akıl, tekil özneye mahsus değildir. Akıldan alınan payın ölçüsü, benlik algısının ölçüsünü artırıyor. Çünkü akıldan alınan pay arttıkça, aklın kendini düşünen akıl olmaklığından alınan pay da artıyor. Bu bakımdan pay sahibi için, aklın bölünemezliğinin güçlü belirişi, onun pay olmaklığına baskın geliyor ve tekil insan bireyi bir tür yanılsama olarak tekil özneyi ortaya çıkıyor. Sözünü ettiğimiz akıldan pay alma durumu, uzamsal bir nesneden bir parça kopararak pay sahibi olmak durumu ile aynı şey değildir. Buradaki her bir paydaş, pay aldığı ölçüde onun bölünemezliğine de katılmaktadır, diğer yandan potansiyel olarak onun tümüne erişmesinin önünde herhangi bir engel de bulunmamaktadır. Bu bakımdan akıldan alınan pay büyüdükçe özneliğe dair farkındalık ya da yanılsama da büyümektedir. İnsanın küstahlığı da ihtimaldir ki bundan kaynaklanmaktadır. İnsan’ın özü itibarıyla akıldan pay alıyor olması, sonsuz, ezeli ve ebedi olana ya da tümele katılabilmesi ya da ondan ayrışıyor olması bakımından, insan tümeli bilebilir..
Bu bakımdan tümeli biliyor olmak en başından beri bir zorunluluktur. İnsan tikeli tümelden ayırt ederek bilir. Tikelin bilgisi bu ayırt etme işlemine bağımlılığı bakımından sonradandır. Nesneye dair a priori bilgi, tümelin tümele dair bilgisidir, başka bir ifade ile kendi kendini düşünme durumudur. Tikelin bilgisini tümelden ayırt edebilmek için, ilkin tikel özneyi tümel özneden ayırt etmek gerekmektedir.
Bu yazımın en temel kısıtlılığı Kant’ın düşüncelerine, onun tek bir eseri üzerinden nüfuz edememiş olmak ve/veya daha yeterli bir süre ile daha yakın bir okuma yapamamış olmaktan kaynaklı eksik ve yanlış anlamaların olasılığıdır. Kant’n düşünce sistemi büyük bir devrim olmakla birlikte sıfır noktası da değil gibi görünmektedir. Bu yazımda Kant’a yönelteceğim temel eleştiri Saf Aklın Eleştirisi eserinde özne’nin tikel olduğuna dair açık bir ön kabulle başlıyor oluşudur. Nesneleri kendi zihnimizde nasıl inşa ettiğimizin yapısını çözümlemek için harekete geçen Kant’ın öncelikle özneyi nasıl inşa ettiği, onu nasıl tekil ve bir ben olarak kurabildiği meselesi, en azından Saf Aklın Eleştirisi adlı eserini tek başına ele aldığımızda, tam olarak hesabı verilmemiş gibi görünüyor. Bu ön kabulde Descartes’ın daha önce inşa ettiği Özne’sine yani varlığından şüphe duyamayacağımız ben’in güçlü etkisini görmek mümkün. Bu ön kabulü kritik edip, reddederek başlayan çok daha özgün fikirler mutlaka vardır. Bir diğer eleştirim, yasalılığı doğaya atayan saf aklın, insan dışında doğadaki başkaca canlılar tarafından da paylaşılıyor olmasıdır ki; Kant’ın sistemi açısından problemli gibi görülen, saf aklın insan dışındaki diğer canlılarla da paylaşılıyor oluşudur.
Kant dış dünyayı duyumlarımızla algıladığımızı kabul eder, ancak duyumlarımızın şeylerin kendinde hali ile ilgili herhangi bir bilgi veremeyeceğini de güçlü bir şekilde ifade eder. Öyle ki duyumlarımızla algıladığımızın dışında bir dünyanın bile varlığından söz edilemez hale gelir.
Buna göre duyum bir araya getirip birleme mi, yoksa bütünden ayrıştırıp birleme midir? Bilebilelim ya da bilemeyelim her iki seçenekte de bir bütünün varlığı apaçık ortadadır. Ancak Kant açısından bir bütünün varlığından, tanrıdan, özgürlükten ya da ölümsüzlükten söz etmek mümkün değildir.
Kant bu idealardan bahsedebilmek için ihtiyacımız olan a priori bilgilere nasıl ulaşabildiğimizi sorgular ve öncelikle analitik ve sentetik yargıların ayrımına gider ve buradan hareketle sentetik a priori yargıların peşinde düşer. Öyle ki bu yargılar hem bilgimizi artırmalı hem de genel geçer ve zorunlu yargılar olmalıdır. Neyi, nasıl bilebiliriz sorununa odaklanan Kant, “insan bilgisinin belki de ortak ama bizim için bilinmeyen tek bir kaynaktan doğan iki kökü vardır — duyarlık ve anlak. Bunlardan ilki yoluyla nesneler bize verilir, ikincisi yoluyla ise düşünülürler.” [4] diyerek özne’nin nesneyi nasıl ve ne kadar bilebileceğinin yapısını çözümlemeye koyulmuştur. Ancak tekraren yine Saf Aklın Eleştrisi adlı eserini bağımsız olarak ele aldığımızda, üzerinde nesneyi algılamamızın yapısının çözümlendiği özne’nin en başından nasıl kurulduğu ya açıklanmamıştır ya da bir ön kabul olarak ortaya çıkmıştır. Metafizik kavramını kullanmayacaksak bile, duyuma ve algıya dayanmaksızın özne’nin kendisinin en başından nasıl kurulması gerektiği meselesi bir problem olarak karşımızda durmaktadır.
Kant, bebeğin anne rahmindeki halinden başlayıp hatırlayabildiğimiz ilk çocukluk anısına kadar geçen süreci, henüz tikel benlik algısının oluşmamış, bebeğin başta anne olmak üzere, çevreyi, yani tüm duyulurları yani uzamı, kendi benliğinin parçası, başka bir ifadeyle bütün olarak algıladığı tümel benlik dönemini dikkate almamış olabilir mi? Saf aklı kritik ederken, tümel benlik evresini yok sayıp, kendisini o an içinde bulunduğu tikel benlik bilinci durumunda iken çözümlemeye girişmiş olabilir mi?
Tümel benlik evresi diye tanımladığım şey elbette benim değil psikolojinin bir bulgusudur. Bebekliğin ilk evresine dair bilimsel bulgular, bebeğin henüz benlik farkındalığının gelişmediği ve kendisi ile kendisi dışındaki dünya arasında bir ayrım yapmadığı bir evreye dikkat çeker. Buna göre bebek dünyaya geldiği ilk anlarda kendi bedeni ve annesinin bedeni arasında bir ayrıp yapmamakla birlikte annesinin bedenini, bilhassa anne memesini kendi bedeninin bir uzantısı olarak algılar. Bebeğin durumunu ifade eden bu tür bir öz farkındalık halinin, erişkin bir bireyin içinde bulunduğu öz farkındalık halinden, bebeğin kendi özneliğine dair farkındalığı erişkin bireyin kendi özneliğine dair farkındalığından kuşkusuz farklı bir algılama biçimidir.
Buradan iki sonuç çıkıyor. 1. Psikolojinin, tümel benlik evresi yani bebeğin dünyayı algılama biçimine dair açıklamaları ya da patolojinin ortaya çıkardığı farklı biçimlenmiş özne fenomenleri Kant’a göre bilim olamaz, metafiziktir. Üstelik inakçı metafiziktir. 2. Kritik edilen saf akıl, özneyi sadece belirli bir evresinde ve normlarla belirlenmiş bir türünü incelemiş diğerlerini ihmal etmiştir. Elbette bu satırlar da diğerleri gibi serbest düşünce ürünüdür ve eleştiriye açıktır. Tümel benden tikel bene doğru benliğinin gelişimi (ya da kopuşu) zamana ve duyulurlara maruz kalmaya bağlı ise, belirleyen belirlenen ilişkisi bakımından duyulur ben’i belirlemiştir. Belirlenmiş bir ben nasıl oluyor da saf oluyor?
Saf akıl toprağa bulanmış akıl değildir, saf akıl anne rahmindeki, bütünü algılayan, ayrışmamış, tümel benin aklıdır. Önümüze ardımıza bakmadan yazıp gidiyoruz, ancak bu satırlar bir iddia değil bir düşünme faliyetinden ibaret satırlardır. Saf akıl ya anne rahmindeki ya da topraktan arınmış olan akıl olmalıdır. Mevlânâ’ya, Spinoza’ya, Yunus Emre’ye ya da, sadece Pratik Aklın Eleştirisi eseri bakımından ele aldığımız Kant’ı dışında tutarsak, Alman İdealizminin diğer temsilcilerine, Hegel’e soracak olsak herhalde dış dünyayı kendi zihninde inşa ettiğinden ibaret sayacak bir özne düşüncesini kolayca kabul etmeyeceklerdir.
Kant uzay ve zamanın deneyim yoluyla elde ettiğimiz şeyler olmadığını, onları duyumsamanın temelinde yatan. A priori tasarımlarımız olduğunu öne sürer. Kant uzayla ilgili “Uzay tüm dış sezgilerin temelinde yatan zorunlu bir a priori tasarımdır. Hiçbir zaman bir uzayın olmadığı tasarlanamaz, gerçi kolayca onda hiçbir nesnenin bulunmadığı düşünülebilse de.
Öyleyse görüngülerin olanağının koşulu olarak görülmelidir, onlara bağımlı bir belirlenim olarak değil; ve a priori bir tasarımdır ki zorunlu olarak dış görüngülerin temelinde yatar.”[5] diyerek ve devamında açtığı satırlarda uzay ve zamanı dış dünyayı algılamamızın birer formu olarak kabul eder. Girişte belirttiğimiz gibi Kant’ın metnini iç tutarlılığı bakımından kritik etmenin pek imkanı yoktur, diğer yandan metnin radikal itiraz ve önerilerinin büyüsene kapılmaksızın metnin dışına çıkmak ta oldukça güçtür. Uzay ve zaman deneyimde karşımıza çıkan şeyler değildir, onlar ancak özne olarak nesneleri algılamamızın birer a priori formudur gibi ezber bozan radikal bir çıkışa kayıtsız kalmak elbette güçtür, ancak şu var ki; tüm a priori formları bir yeti olarak kendisinde barındıran öznenin halen çok açık değildir. Zira duyumun, deneyimin konusu olmaktan uzak bir metafizik varlık olarak özne’yi öncelikle nasıl inşa ettik de, onun nesneyi algılamasının a priori formlarını irdelemeye koyulduk?
Benlik algısı tümelden tikele doğru ilk çocukluk dönemi boyunca gelişiyor/ değişiyorsa (bazı patolojik durumlarda zaman, uzam, benlik, gerçeklik algısının değiştiğini biliyoruz.) yine değişebilir. Yani Kant’ın saf aklı kritik ederken ki mevcut algılama biçimi bir normdur. Dil, bu norma bağlı olarak gelişiyor. Dünyayı algılama biçimiz değiştiğinde ve belirli bir normun dışına çıktığında (buna patoloji diyoruz) dildeki uzlaşı da ortadan kalkıyor. Algılama biçimi uzlaşı zemininde olanlar (patolojisi olmayan normaller) için diğer algılama biçiminin ifadeleri (patolojikler) anlaşılmıyor. Böylelerine; gerçeklik algısını kaybetmiş, zaman algısı bozulmuş, akıl sağlığı yerinde değil, deli ya da veli diyoruz. Kritik edilen saf aklın algılama şekli ve düzeyi normlarla belirlenmiştir. Normlara bağlı biçimlenmiş akıl, saf akıl mıdır? Delinin aklı saf akıl mıdır bilemeyiz, ama akıllının saf aklının, saf olup olmadığını sorgulayabiliriz. Saf aklı kritik eden akıl sağlıklı, hatta bir dahi olduğu kabul edilen bir insan zekasıdır, fakat sağlıklı ya da üstün zekalı zihin, bir normdur.
Bebeğin memeyi algılaması, karısını şapka sanan adamın algılaması, alzheimer hastasının özneyi algılaması, kendini ağaç zanneden delinin dünyayı algılaması vb. Kim bilir daha nice suskunun dünyayı, uzamı, zamanı birbirinden farklı algılama biçimleri vardır. Biz sadece kendi saf aklımızı kritik ediyoruz. Felsefenin teselli ettiği Boethius’un, aklını yitiren Nietzche’nin, gözünü kırpmadan baldıran zehrini içen Sokrates’in, uzayı, uzamı, dünyayı, zamanı algılama biçimi nasıl olur da benim saf aklımla bir olabilir ki? Özne -Nesne ilişkisinin ancak kendi algıladığımız biçimde kurulduğu ile ilgili ön kabulümüz normlara dayalıdır. Fakat pekâlâ bir başkası çıkıp “ben bu cihana sığmazam” diyebilir. Ne demek ben bu cihana sığmazam!? Cihana sığmıyor olma halinin, klasik özne- nesne ilişkisi bağlamından farklı bir algılama durumunu işaret ettiği ortada değil mi?
O nasıl bir özne, o nasıl bir cihan ya da uzaydır ki sığılamadığından şikayet ediliyor? Onun öyle olduğunu bilemeyiz..Ya berikinin böyle olduğunu nasıl bilebiliyoruz? Çünkü berikinde uzlaşıyoruz. Uzlaşı normdur. Öyle görünüyor ki yeryüzündeki son deli akıllanmadan ya da son akıllı delirmeden hakikat ortaya çıkmayacak. Bu aşamada söylemek istediğim şey şudur; Bir deli, bin akıllı bir araya gelerek kurduğumuz denklemi bozabiliyor, elbette Kant’ta bundan nasibini alıyor.
“Ben” bir yandan duyulur ve düşünülür Dünya’nın tekil nesnesi iken diğer yandan “Ben” duyulur ve düşünülür dünyayı nesne kılan öznenin de bizzat kendisi oluyor. Kant’ın fenomenal öznesi elbette duyulurların bir parçası olması bakımından bir başka özne için nesnedir, fakat transandantal öznesi için aynı durum söz konusu değildir. Geldiğimiz nokta itibarıyla insan, kendisi olmak ve kendi kendisini algılıyor olması bakımından hem özne hem de nesne olmaktadır. Kant’ın içeriği hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimizi öne sürdüğü transandental ben’in nesneleri kuran a priori formları hakkında ayrıntılı biçimde açıklamalar ortaya koyuyor olması tuhaf bir çelişki gibi görünüyor. Fakat Kant elbette Saf Aklın Eleştirisi ‘nde kritik ettiği öznenin transendental ben değil fonomenal ben olduğunu öne sürecektir. Buna karşın Kant’ın transendental ben ve fenomenal ben ayrımını saf bir şekilde ortaya koyduğunu söylemek de oldukça en azından incelediğimiz metin açısından oldukça zor. “Ben”in tekil bir özne olarak algılanıyor oluşu, duyulur ve düşünülür dünyayı algılama biçimi olarak uzay ve zamana öncelikli gibi görünüyor. Bu durumda birleme formunun/yetisinin öncelikle fenomenal özneye dair bir birleme faliyetine giriştiği sonrasında nesnelere yöneldiğini söyleyebiliriz. Belki bu noktada, Kant’ın haklı olarak ayrımına yöneldiği transendental ben ve fenomenal ben ikilemi belirginleşmektedir. Böyle olduğunda, transendental benin nasıl olupta fenomenal benin birleme faliyetini önceleyecek şekilde birlenmiş halde ortaya çıktığı sorguya muhtaçtır. Kant’n sisteminde özne’nin ya da ben’in, tarnsendental ya da fenomenal, bir ön kabul olarak doğrudan tekil özne olarak hesabı verilmeksizin konumlandırılmıştır. Özne’nin tahtına bedavadan kurulduysanız; duyulur ya da düşünülür Dünyayı algılama formunuzu, dilediğiniz gibi inşa etmenizin önünde hiç bir engel kalmayacaktır. Fakat öznenin tahtında (özgürce) oturuyor olduğunuzu ancak hayal edebilirsiniz. “Ben”, gerçekten öznenin tahtına kurulabilecek kadar kadar özgür müdür? Elbette Kant bu sorulara ileride cevap vermiştir ya da birileri elbette “özne benim” diyebilir. Fakat Kant’ın nesneleri kuran öznesinin kendisi öyle kolayca kurulabilecek gibi görünmemektedir.
[1] Murat Genç, 224110017, Üsküdar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe Yüksek Lisans Öğrencisi
[2] Emanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, çev.,Aziz Yardımlı, idea Yayınevi, 1993, s.37
[3] Emanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, çev.,Aziz Yardımlı, idea Yayınevi, 1993, s.16
[4] Emanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, çev.,Aziz Yardımlı, idea Yayınevi, 1993, s.40
[5] Emanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, çev.,Aziz Yardımlı, idea Yayınevi, 1993, s.45