Her insanın bir biyolojik kimliği olduğu gibi bir de toplumsal bir cinsiyeti vardır. Biyolojik cinsiyet doğuştan verilidir buna karşın toplumsal cinsiyet toplum içinde inşa edilir ve sonradan öğrenilir. Toplum içindeki cinsiyet rolleri kültürel belirleyiciler tarafından belirlenir. Klasik toplumsal değerler itibarıyla her bir biyolojik cinsiyetten, önceden belirlenmiş toplumsal cinsiyet rollerini öğrenmesi ve uygulaması beklenir. Buna karşın modern dönemde kimi yaklaşımlar toplumsal cinsiyet rollerinin öğretilmemesi gerektiği, gelişim süreci içerisinde bireyin kendi tercihine bırakılması geektiği, daha da ötesi tercih edeceği toplumsal cinsiyet rollerine biyolojik cinsiyetini de belirlemeyi ya da değiştirmeyi seçebilmesi gerektiğini savunur.
Bu makalemde toplumsal cinsiyet meselesini bu boyutuyla ele almayacağım. Asıl konum toplumsal cinsiyet teorilerine bireysel tercih perspektifinden bakan, feminizm, marksizm gibi ideoloji guruplarının da dahil olduğu, geniş bir tarihsel yatakta birlikte aktıkları, düşünce akımlarının, toplum mühendisliği yöntemleri ile, teorik alanda üretilen bilgiyi, üstünkörü, pratik alana uygulamalarından kaynaklanan problemleri inceleyeceğim. Bu doğrultuda bilhassa çatışmacı kuramları temel alan bu aceleci girişimleri; antik dönem düşüncesinde karşılığını bulan, Herakleitos’un karşıtlıklar ve savaş teorileri ile kökenlendireceğim. Herakleitos’un doğayı okumamaktan ibaret olan çatışmacı yaklaşımının teorik bir anlama faliyeti olduğunu, bunun ötesinde pratik alana anlaşıldığı gibi uyguylanacak bir şey olmadığını, çatışmacı okumaların sadece bir tür temaşa faaliyeti olarak kalması gerektiğini temellendirmeye çalışacağım.
İşbirliği mi Çatışma mı?
Modern sosyoloji düşüncesinin temellerinin atıldığı dönemde Emmile Durkheim gibi düşünürler toplumun nasıl oluştuğu ile ilgili işbirliği kuramını öne sürdüler. Teori genel hatlarıyla şöyledir. İnsanlar tek başlarına doğada hayatta kalmak için uygun canlılar değildir. Dolayısıyla bir araya gelmek ve birlikte yaşamak zorundadırlar. Doğal olarak bir araya gelen toplumlar yeteneklerine göre işbirliği yaparlar. Kadın ve erkek ilişkileri de bu temelde şekillenir ve aile yapısı bu düzene dayalıdır. Erkekler ailenin ve toplumun güvenliğini sağlamaktan soruumludur. Savaşmak avlanmak gibi işler erkeğin görevidir, toplumsal bütünün ve tabi ailenin geleceği için çocuğun ve bakım işleri ile ilgilenmek ev işleri ile meşgul olmak ise kadının görevidir. Bu yaklaşım için, toplumun çekirdeğini oluşturan aile her şeyin temelini oluşturmaktadır ve korunması zorunludur.
Diğer bir yaklaşım ise Karl Marx’ın önemli temsilcilerinden biri olduğu mülkiyetçi yaklaşımdır. Buna düşünceye göre toplumda tüm ilişkiler güç ilişkisi bağlamında değerlendirilir. Temelde çatışmacı bir yaklaşım olan marksist teoriye göre, önce tarım arazisini çevirip mülk edinen erkek fiziki gücünü kullanarak, zorbalıkla kadını da mülk edinmiştir, dolayısıyla en başından beri bir işbirliği yoktur olan şey, güç ve iktidar ilişkilerine bağlı olarak çatışmadan başkası değildir.
Günümüzde Toplumsal Cinsiyet Başlığı Altında Devam Eden Tartışmalar
Düşünce tarihi sürecinde her dönemin kendine has tartışmaları olmuştur. Günümüzde süregiden temel güncel temel tartışmalar içerinde başat meselelerden biri toplumsal cinsiyet meselesidir. Günümüz toplum yapısı ile ilgili temel tartışamalar şüphe yok ki sosyoloji alanında üretilen tartışmalardır. Batı tipi eğitim sisteminin tüm dünyada ve elbette ülkemizde de benimsenmiş olması, uygarlık merkezi olarak batı sistemlerinin görülmesi, uygulanmasında coğrafi ve kültürel farkların göz ardı edilerek alınan müfredat sorunları nedeniyle, gelişmiş dünya ile entegrasyonu belirli bir aşamaya gelmiş toplumlar için artık hiçbir problem lokal kalmıyor ve bu ithal problemler ülkemiz akademilerinde problem olarak yeniden üretiliyor. Gerçek görünüm ise şöyle; önce batı müfredatından, toplumsal sorunlar için ürettilmiş çözümler tercüme faliyetleri ile alınıp tedris ediliyor, sonra bu çözümlere uygun problem üretiliyor. Öyle görünüyor ki, akademi içindeki ideoloji gurupları benimsedikleri küresel paydaşlarının çözümlerine ülkemizde uygun problem üretmekte oldukça başarılılar.
Hangi Çözümler, Hangi Problemler?
- Cinsiyete özgü davranışların kökeninde biyolojik mi yoksa toplumsal etkenler mi var?
İnsan davranışlarında kadına ve erkeğe özgü özelliklerin, doğuştan mı geldiği yoksa aile ve çevre etkisiyle, bir toplumsal cinsiyet rolleri dayatması olarak sonradan mı dayatıldığı tartışılmaktadır. Bu konuda farklı görüşler ve teoriler ortaya sürülmüştür ve tartışmalar devam etmektedir. Ancak sorun şu ki akademiye hakim ideolojik bir yaklaşım, tartışamaların neticelenmesini beklemeksizin kendi görüşlerini, finans ve yeni medya çevreleri ile girdikleri angajmanlara bağlı olarak, bir takım toplum mühendisliği yöntemlerini ve bu yöntemleri finanse edecen sermaye guruplarının da desteği ile pratik alana hızlıca uygulamaktadırlar. Ülkemiz de de gerek akdemi gerekse sosyal medya manipülasyonları eliyle toplumsal cinsiyet meselesi ile ilgili tercihe bağlı olmalı görüşünü destekleyen taraflar lehine ciddi bir baskı oluşturulmaktadır.
- İnsanlık tarihi boyunca toplumsal düzen ataerkil miydi?
Marksist Feminist yaklaşımları benimseyen gurupların ağızlarına pelesenk olmuş ataerkil toplum düzeni iddialarına göre, erkekler tarih boyunca fiziki zorbalıkla oluşturdukları iktidar her zaman kadınları mülk olarak görmüştür, günümüze kadar her dönemde faklı şekiller alsa da, ataerkil, yani erkek egemen toplum yapısı asla değişmemiştir. Bununla mücadele edilmelidir, kadına pozitif ayrımcılık uygulayarak kadının tarih içindeki kamusal alan içerisinde dezavantajlı durumdan kaynaklanan zararı böylece telafi edilmelidir. Bu doğrultuda tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde bu doğrultuda kadın politikaları üretilmiş, kamu ve özel sektör içerisinde kadını avantajlı duruma getirecek yöntemler arayışına gidilmiştir. Elbette durumun ülkemizde tam olarak batıdakine karşılık geliyor olamayabileceği, batı toplumlarını ilgilendiren kadın sorunlarının ülkemiz gerçekleriyle örtüşmediği, bu konuda uygulanana pozitif ayrımcılık politikalarının tersi yönde bir haksız manzaraya sebep olduğu, ülkemizin kültürel yapısı ve güçlü aile kurumunu zayıflatmaktan ileri gitmeyecek ithal gündemler olduğunu savunan görüşlerin güçlü itirazları söz konusudur.
- Cinsel yönelim, eşcinsellik, LGBT meseleleri,
Eşcinselliğin normalleştirilmesi yönünde toplumsal politikalar talep eden, cinsel yönelimin bireysel hak ve özgürlük bağlamında ele alınmasını gerektiğini savunan görüşlerin, toplumsal inanç ve kültürle uyuşmayan hatta sapkınlık olarak algılanan bu taleplerin, toplum ahlakını ve aile yapısını bozmaya yönelik nifak projeleri olduğunu savunan geniş toplum kesimlerince itibar görmemiştir. Eşcinselliği savunan kesimlerin daha da ileri gidip pedofilinin dahi özgürlükler bağlamında ele alınmasını talep eden sapkın talepler düzeyine erişmiş olması karşı refleksin halkılığını ortaya koymuştur.
- Kamusal alanda kadının dezavantajlı durumu
Bu başlıkta tartışılan problem günümüzde ataerkil toplum düzeninin dinamiklerine dayandırılmakla birlikte, tarihsel gerçeklik bu durumun tam olarak böyle oluşmadığını destekler nitelikte. Şöyle ki; Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ile birlikte bir dizi toplumsal sorunla birlikte geleneksel aile yapısı özülmeye başlamış, geleneksel yapıdaki görev dağılımlarının olduğu sistem değişmeye başlamış, buna bağlı olarak oluşan toplumsal anomi ile ahlaki bir çöküntü yaşanmıştır. Binlerce yıllık geçmişe sari tarım ekonomisinin yerini sanayi ekonomisi, geleneksel geniş ailelerin yerini sanayi şehirlerine sıkışmış çekirdek aile yapısı almıştır. Kadının kamusal alandan dışlandığı sosyolojik yapı, kadının da üretim süreçlerine katılması ile birlikte problem olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu geçiş dönemi esasen insanlık tarihini tümden değiştiren ve bu değişimden kaynaklı büyük çözülmeler getiren, sadece kadınlar için değil, toplumun her kesimi, her gurubu, her sınıfı için aşılması gereken büyük problemlerin başladığı bir dönem olmuştur. Tarım toplumunda kadının görev ve sorumluluk veya aile içindeki konumu ile ilgili durum coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre farklılık göstermekle birlikte, modern toplumda sanayi toplumunda neredeyse her kültürde eşit derecede dezavantajlı duruma gelmiştir. Burada sedece altını çizmek istediğim husus, modern zamanların kadınını ilgilendiren dezavantajlı durumun kökeninin ataerkil düzen ezberleriyle ilgili olmadığı, sanayi toplumuna has üretim modellerinin ve buna bağlı yaşam sitillerinin değişmesinden kaynaklanan bir sorun olduğudur.
- Seks işçisi mi fahişe mi?
Yine aynı dönemin yeni sanayi şehirlerinde ortaya çıkan temel sorunlardan birisi bu konudur. Çalışma koşullarının zorluğu, kazançların yeterizliği ve dönüşüm sürecinin getirdiği ahlaki yozlaşmanın bir sonucu olarak, hayatta kalmaya çalışan kadınların başvurduğu bir yöntem olarak beliriyor seks işçiliği ya da fahişelik. Yozlaşmış, ahlaki bunalımda, suç oranlarının arttığı, evlilik dışı çocukların ihtiyaçlarının karşılanamıyor oluşu, kadınların çaresizliği bu istenemeyen durumu ortaya çıkarmıştır. Meselenin günümüzdeki bir başka boyutu artık hedonist, haz arayışındaki, zengin ve gösterişli yaşam beklentilerine ulaşmak isteyen kadınlar içinde bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Diğer yandan bu durum uluslarası siyasi rekabetin de bir malzemesi olarak kullanılmaktadır. Örneğin bir avrupa televizyonu, Türkçe yayın yapan bir program içeriğinde geçtiğimiz günlerde Türkiyede fahişelik yapan bir kadını konu almış, kadının durumunu “emek” bağlamında tanımlayarak “seks işçisi” ibaresini kullanarak takdir etmiş ve özendirmiştir. Aynı televizyon kanalı kendi ülkesinde aynı işi yapan kadınların durumunu “fahişelik problemi” olarak problemleştirmiştir ve çözüm yolları aramıştır. Sonuç olarak bu durum tarihin her döneminde ayıplanmış, durumun ortaya çıkmasına sebep neden olan etkenlerin ortadan kaldırılmasına yönelik gerek dini gerekse sosyolojik çözümler aramıştır.
- Kadın cinayetleri
Günümüz Modern Dünyasının önemli problemlerinden birisi de kadın cinayetleri meselesidir. Kişisel görüşüm günüzdeki kadın cinayetleri meselesinin altında yatan neden göç sosyolojisinin dışında değerlendirmemesi gerektiğidir. Göç sosyolojisi ile aynı temel dinamiklere dayanan kadın cinayetleri meselesi ülkemizde görece daha az görülmekle birlikte nedenleri yine göçle ilgili, yine bir anomi, yine bir yozlaşma kültürü içinde yatmaktadır. Şöyle ki; Bu kez yaşanan göç tarım toplumundan sanayi toplumuna değil, bu kez yaşanan göç zihinsel göç durumudur. Teknolojinin günümüzdeki en yaygın sosyal medya araçlarının kullanılması ile, yerel kültürler artık yok olmaya, küresel kültür orataya çıkmaktadır. Yeni göç hikayesi yerel kültürden küresel kültüre zihinsel göçün hikayesidir. Hemen hemen bütün kadın cinayeti vakalarında, teknolojinin, sosyal medyanın bir şekilde sürece dahil olduğunu görebilirsiniz.
- Kürtaj ve eşcinsel evlilik talepleri
Yepyeni bir küresel kültüre geçişin arefesinde, geleneksel değerlerle taban tabana zıt, ahlaki yargıların ortadan kaldırılmasını talep eden, jenerasyonlar arasında uçurumların olmasının ötesinde eski jenerasyonları aşağılayıp düşmanlaştıran, tamamen haz odaklı, narsist, egoist, hedonist bir neslin yaratılmaya çalışılıldığı günümüz dünyasında; hiçbir tıbbı zorunluluğa dayanmaksızın evlilik dışı çocuklarını aldırmak isteyen kadınların sayısı, bilhassa batıda hızla artmaktadır. “Sevişirim evlenmem”, Evlenirim doğurmam” gibi tamamen haz odaklı taleplerin, özgürlükler bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini savunan görüşler palazlanmaktadır. Bunun daha da ötesi, bazı batılı ülkelerin şimdiden eşcinsel evliliği bireysel hak olarak tanıdığı, bazı batılı ülkelerin yöneticilerinin hemcinsi eşlerini siyaset arenalarında göremeye şimdiden başladık. Ancak başta Türkiye olamak üzere modern dünyaya entegre devletler” arasında karşıt seslerin güçlü bir şekilde çıkması umut vericidir.
Martineau ve Feminist Hareketler
Harriet Martineau’un ilk kadın sosyolog ve aktivist olarak feminizmin kurucusu olarak kabul edilmektedir. Auguste Compte’un eserlerini tercüme eder. Kadın problemlerinin derinlemesine yaşandığı bir dönmede kadın bir yazar olarak geçimini sağladı. Annesinin dikiş dikmek gibi kadınsı davranışalara, yani belirli bir toplumsal cinsiyet rolünü dayattığından söz eder. Fakat o aynı zamanda siparişlerini aldığı kitapları yazmaya devam ediyordu. Entelektüel çevrelerde kadınlar ille de yazacaksa yemek tarifleri, görgü kuralları gibi kadına dair toplumsal rolleri içeren yazılar yazabilirlerdi, halbuki o siyaset ve sosyolojinin, erkeklerin tartışmasının normal karşılandığı en temel konuları üzerine yazmaya başlamıştı. Din felsefesi, ateizm , darvinizm, ekonomi ve sosyal bilimler alanlarında yazılar kaleme aldı. Oldukça üretken bir yazar olmasının dışında Martineau aynı zamanda bir aktivist olarak hayır işleri ile de ilgileniyordu. İlk kadın sosyolog ve feminizmin kurucusu kabul edilen Martineau’nun kadınlarla ilgili bir çok sosyal etinliğin içinde yer almasından hareketle, feminist hareketlerin teoriden çok doğrudan eylem pratikleri olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Martineau’nun özel hayatına dair bir ayrıntı dikkat çekicidir. Erkek kardeşi James’in kardeşi Üniteryan Papaz Worhington’la kısa süreli ilişkisi ve nişanlandıktan Worthington’un delirmesi ve çok geçmeden ölmesi olayı hakkında otobiyografisinde şöyle yazar. “Fikrimden asla şüphe duymadım, o günlerde nasıl olduğumuzu düşünürsek, ne şekilde olursa olsun birlikteliğimizi engelleyen o günlerde mutluyduk.. Gerçekten hiç evlenmediğim için oldukça memnunum. Aşk ve evliliğin kadınlar için önemli olduğu fikri beni hiçbir zaman cezbetmedi, ne de bu konuda bir acı çektim.” [1]Bu ölüm Martineau’nun hayatında şaibeli bir ölüm olarak yerini alacaktır.
Feminist Hareketlerin başlangıçtan günümüze kadar 3 dalga halinde gelişimindem söz edilir. Birinci dalga kadınlara oy hakkı, yüksek eğitim hakkı ve eşit fırsatlar sunulması gibi haklı taleplerin olduğu ilk evredir. İkinci dalgada kadınların özgürleşmesi ve güçlendirilmesi temalı protesto ve gösterilerin başladığı evredir. Bu evrede lezbiyen ve gay hareketleri de feminist protesto gösterilerine eklemlenmiş, cinsiyetle ilgili talepler genişleyerek boyut değiştirmiştir. Kültürel ve coğrafi farkları gözetmeyen evrensel kadın görşünden uzaklaşılıp kültürel farkların yavaş yavaş kabul edildiği evredir. Üçüncü dalga ile artık gemin azıya alındığı evre olarak karşımıza çıkar. Bu evrede kadınlar kaltak, sürtük gibi aşağılayıcı ifadelerin sahiplenilmesi ve geri kazanılması sürecini başlatır.[2] Kadınların bu ifadeleri benimseyip üstlenmekle durumun üzerine çıkma stratejisi gütmektedir. Bu evrenin sokak gösterileri oldukça radikal yöntemleri ile geleneksel ahlaki normları yok sayan, bir o kadar da kışkırtıcı bir dil kullanmaya başlamışlardır. Feminist hareketler teşhirciliğin normal karşılanmasını bekleyen marjinallerin merkezine dönüşmüş, ve bir çok ülkeye yayılmaya başlamıştı. Marksist sosyalist sokak gösterilerine eklemlenen feminist hareketler, çoğunlukla aynı marjinal sosyokültürel tabandan besleniyordu.
BU gün artık lezbiyenler, gaylar, transeksüeller, fahişeler, marksistler, sosyalistler ve türevleri sokak gösterileri için bir araya geliyor, devlet politikalarına etki ediyor, kamusal alanlarda farklı fikirlere yaşam hakkı tanımıyor, devşirdikleri sosyal ajanları ile karşıt fikirleri baskı altına alıyorlar, sindiriyorlar, şikayet ediyorlar, tehdit ediyorlar.
Hegel Diyalektiği, İngiliz Ekonomi Politiği, Fransız Sosyalizmi,
Diyalektik Materyalizm ve Devrim
Karl Marx’ın“Filozoflar sadece dünyayı farklı biçimlerde yorumladılar; artık yapılması gereken onu değiştirmektir.” sözlerinin onurlu bir adalet çağrısı olduğu tartışılmaz. Ancak şu var ki; Karl Marx’ın bu çağrısı ve onu eylem pratiğine dönüştüren iktidar, güç ve paradan pay talep eden toplulukların gözlerinden kaçan en önemli mesele ,Marx’tan önceki filozofların dünyayı yorumlama çalışmaları, ortaya koydukları fikirler, tartışmalar henüz tamamlanmamıştı. Marks’ın kendinden önceki filozoflara yönelttiği eleştiri, küstah, yersiz ve haksız bir eleştiridir. Evet Filozoflar Dünyayı yorumladılar, fakat hiçbiri kendi zihninde oluşturduğu fikirleri dünyaya dayatmadı.
“Dünyayı değiştirmek” iddiâsı, iddiâların en büyüğü olsa gerek. Adalet’in, aslında ne olduğunu dahi bilmezken, yüzlerce filozofun binlerce yıl emek verdiği bir düşünme faliyeti olan felsefeden toplum mühendisliğine bu ani sıçrayış hangi temellere dayanıyordu? Dünya değişecekti evet.. Fakat hangi yöne doğru değişecekti? Felsefe tarihi boyunca tartışılan tüm meseleler bi hakkın karara bağlandı da, Dünyaya bu şekilde mi yön tayin edildi? Bu aceleciliğin temellerini Karl Marks’ın fikirlerinin Dünyayı en iyi açıklayan yorum olmasından mı kaynaklanıyor? Hayır.. elbette çok daha iyileri, öncesinde de vardı sonrasında da olacak. Öyle görünüyor ki Marx’ın düşünceleri, adalete susamış, çılgın ve kızgın kalabalıklar için oldukça kullanışlıydı. Sonuçaları itibarıyla baktığımızda Marks’ın bu çıkışından Dünyanın elde ettiği tek şey, derin ve köklü bir çatışmadan, yeni nesil bir iktidar kavgasından ötesi değilmiş gibi görünüyor. Üstelik bu kavga, emek, hak, alınteri ve adalet gibi değerlerin alet edildiği bir büyük kavgaya dönüşmüş durumda. Filozofların Dünyayı yorumlamak yerine onu değiştirmeye karar vermeden önce, ağızlarından çıkanı kulaklarının duyması gerekmez mi? Filozoflar için büyük laf etmek kadar kolay şey yoktur elbette, fakat bir filozof, dudaklarından dökülecek her bir harfin bedelinin binlerce insanın hayatına karşılık gelebileceğini öngörmelidir. Nükleer tepkimeyi keşfen bilim adamının eriştiği bilgiyi gizli tutması, kötü niyetli olanların eline geçmemesi için gereken tedbiri alması gerektiğine kimse itiraz etmeyecektir. Peki bir filozofun keşfettiği, Dünyanın gidişini, tarihin akışını, toplumun temel dinamiğini açıkladığını iddia ettiği bir teoriyi avam havas ayırd etmeden, kızgın kalabalıkların üzerine boca etmesi sorumlu bir davranış mıdır? Konumuz değil ama modern dünya pek çok şeyi değiştirdiği gibi, bilgi tahsilindeki hiyerarşiyi, terbiye, tertip ve düzeni de değiştirmiş gibi görünüyor. Aksi halde Marks’ın temelleri Herakletitos’a kadar dayanan, bir kavrayış, bir bilgelik, bir temaşa, bir hikmet olarak “ her şey zıddı ile kaimdir”, ya da Marks’ın ifadesi ile “diyalektik” bilgeliğinin ayağa düşmüş olmasını açıklayamayız. Bu türden bir bilgeliğin neredeyse bütün kadim öğretiler içinde olduğunu biliyoruz. Fakat düşünce tarihinin hiçbir döneminde bu türden bir bilgeliğin, çarşı pazar kavgasına alet edildiğini ne gördük ne de duyduk. Evet artık dünyanın bütün işçileri birleşebilir, çünkü artık kavgamızı temellendirebileceğimiz çok güçlü bir teorimiz var.
Sonuç:
Marx’ın tarihsel materyalizmi, radikal feministlerin de içinde yer aldığı çatışmacı yaklaşımların temel dayanağı olmuştur. Hegel diyalektiğinden Hitler’i doğuran bu çatışmacı yaklaşım, Marx diyalektiğinden son birkaç yüzyılın tamamına kök salacak bir siyasi ayrışmayı ve çatışmayı ortaya çıkarmıştır. Bu gün yer yüzünde bu kavgadan uzak kalabilmiş toplum neredeyse yok gibi. Köklerini Herakleitos’un savaş diyalektiğine dayandıran bu toplulukların gözlerinden kaçan bir başka mesele ise, Herakletios’un soylu bir aileden gelip, sırası geldiğinde kendisine teklif edilen iktidarı elinin tersiyle itmiş olmasıdır. Çünkü Herakleitos biliyordu ki savaş dediği şey doğanın bir işleyişi bir yorumu, teorik alandan hızlıca pratik alana aktarılacak bir toplum mühendisliği yötemi değil, açık bir temaşa faliyeti idi. Fragmanlarından da biliyoruz ki Herakletios, toplumun yozlaşmışlığını, ahlaksızlığını, adaletsizliğini kendine has tarzıyla ve oldukça sert eleştirmiştir, fakat buna rağmen kendisine sunulan iktidarı kabul edip haydi bakalım krallığımda birleşin dememiştir.
Şurası açıktır ki adalet konusu, en başta ahlâkın konusudur ve ahlak bütüncül bir sistemdir. Şu konuda ahlaklı olacağım çünkü kazançlıyım, şu konuda ahlaksız olacağım çünkü kazancım yok diyemezsiniz. Buna binaen; terbiye edilmemiş ahlaksız bir topluma bilgelik verilmez, verilmemelidir. Marx ahlaki çöküntü halindeki bir topluluğa bilgelik bahsetmiştir. Tevekkeli değilmiş ki Hristiyan klisesi ve dahi İslam fukahası topluma bilgeliği değil ahlâkı vaaz edegelmiş de hızını alamayıp şeriatın kırbacını, tanrının giyotinini hunharca savurmuş durmuş. Nihayet bugün ahlaktan arındırılmış, ayağa düşmüş, çarşı pazar kavgasına alet olmuş bir bilgelik yeryüzünü kasıp kavurmaktadır. Emek adına, hak adına, adalet adına…
[1] Godwin, G,A.; Scimecca J,A. Klasik Sosyolojik Teori, Sosyolojinin Vaadinin Yeniden Keşfi (2018) Say, S.66)
[2] Giddens, A. Sutton, P. W. Sosyoloji, (2017). Özdemir, O. 2. Baskı, S 680,683