Arnavut, Boşnak, Pomak ve Torbeş muhacir kardeşlerimiz için de “Yallah Balkanlara!” kampanyası neden başlatılmıyor acaba?
Muhacir ise farklı mülteci ise farklı davranmamızı gerektiren şey nedir? Kimin mülteci kabul edilip kimin mülteci kabul edilemeyeceğine nasıl karar veriyoruz?
Mülteci kelimesi Arapça iltica etmek fiilinin mefûlü anlamına geliyor ve Türkçe’ye sığınmacı olarak çevriliyor. Güncel kullanımı ise başka bir başka ülkenin vatandaşına verilen sığınma hakkını ifade etmektedir.
Suriyeli sığınmacıların gerek kültürel gerekse demografik sorunlara neden olacağından bahisle gündeme getirilen tartışmalar mâlûmumuz.
Türkiye göç olgusu ile yeni tanışmıyor. Neredeyse Cumhuriyetin kurulması ile yaşıt bir toplumsal olgudan bahsediyoruz. Ulus Devlet anlayışına göre kurulan yeni Dünya sistemine entegre olabilmek adına üç kıtaya yayılmış Osmanlı coğrafyasının geniş sınırlarından vazgeçmek zorunda kalmıştık.
Yeni sınırlar, ulus tanımlamasına uyabilecek milyonlarca vatandaşı sınırların dışında bırakırken, ulus tanımına uymayacak milyonlarcasının da sınırların içinde yabancı durumuna düşürmüştü.
Kurucularımız ulus kavramının coğrafyaya uygun bir tanımını yapmakta hayli güçlük çekmişlerdi. Frenoloji tecrübesi yaşamış Avrupa’da, kafatası ölçümleri ile etnik kimliklerin belirlenmeye çalışıldığı bir Dünyada, devrine göre oldukça insanî sayılabilecek bir ilke üzerinde mutabakat sağlamayı başarabilmişlerdi.
Buna göre hiç kimsenin biyolojik kökenine bakılmayacak, kendisini Türk hisseden herkes Türk kabul edilecekti. Böylece yeni ulus devletin her bir ferdi eşit vatandaşlık haklarından faydalanabilecekti.
Ancak Dünya ortalamasına uymayan ucu açık bu ulus tanımı, gerek yurt içinde gerekse Osmanlı’nın terk ettiği geniş coğrafyalarda tam karşılığını bulmadı. İlk mübadelelerin başlangıcından itibaren, ulus kimliğini oluşturan aidiyet duyguları, inanç temelinde şekilleniyordu.
Yeni sınırların dışında kalan eski Osmanlı etnisitesinin bir bölümü inançları üzerinden ayrıştırılıyor, bu gruplar müslüman oldukları için dışlanıyorlardı. Arnavut, Pomak, Boşnak, Torbeş Bulgar vs.. Müslüman aileler etnisitesine bakılmaksızın Türk kabul ediliyorlardı.
Türk kimliği ile müslüman kimliğinin özdeşleştirildiği Balkanlar’da ulus devletler inanç temelinde şekillenmeye başlarken, dışarıdan dini aidiyetleri üzerinden tanımlanıyor olmak bu guruplar için sorun teşkil etmiyordu. Zira bu guruplar da kendilerini içeriden dini aidiyetleri üzerinden tanımlıyor ve Türklük tanımını reddetmiyorlardı. Kendilerini inanç bağı ile Anadolu’daki kardeşlerinin ait olduğu guruba dahil ediyorlardı.
Elbette bu aidiyet bağları tarihi süreç içerisinde göç olgusunu peyderpey zorunlu kılacaktı.
Günümüze dönecek olursak; Kendilerini inanç bağları dolayısıyla Türk hisseden Arnavut, Boşnak, Pomak, Torbeş göçmen kardeşlerimizi kabullenmekle ilgili bir sorun yaşamıyor iken Suriyeli, Afgan, Pakistanlı göçmenler neden şiddetle reddediliyor?
Örneğin Pomak asıllı bir vatandaşımızın, neden ülkesini savunmayıp kaçtığını, neden vatanını terk ettiğini, neden nargile içtiği, neden çocuk doğurduğunu sorgulamayız. Ya da biz Türkler “patates, şeker yağ alamazken” bir Boşnak vatandaşımızın en pahalı kıyafetleri giyip, en pahalı mekanlarda arzı endam etmesini sorunsallaştırmıyoruz.
Arap aksanıyla Türkçe konuşmaya çalışan bir Suriyeli’nin sesi kulaklara fena halde tırmalayıcı gelirken, iltica etmesinin üzerinden neredeyse yarım asır geçmiş olmasına rağmen bir Aranavut’un, Türkçe konuşurken araya Arnavutça kelimeler serpiştirmesini sempatik buluyoruz.
Asıl mesele, zihnimizde oluşturduğumuz “öteki” kavramının içeriği ile alakalı gibi görünüyor. Kime yabancı diyeceğimiz, kimi kendimizden sayıp kabulleneceğimizi belirleyen şey, zihnimizdeki, duruma ve zamana göre değişiklik gösteren “öteki” algımızdır.
Bir Balkan göçmenini mülteci olarak görmezken bir Afganlıyı bir Suriyeliyi hatta bir Özbek Türkü’nü neden mülteci olarak görür ve dışlarız?
Burada bir kaç nitelik ön plana çıkmaktadır. Bu niteliklerden ilki “müşterek dil” olgusudur. Aynı dili konuşuyor olmak, belirleyici nitelikler arasında en önemlisi gibi görünüyor. Belirli bir etnik gurubu ortak aidiyete kabul etmek için aranan başlıca niteliklerden biri dil ortaklığıdır, fakat bu müşterek tek başına bir ortak aidiyet tanımı yapmak için yeterli görünmüyor. Anlaşılır kifayette bir ortak dil kullanımı yeterli gelmiyor, ayrıca ortak kültürün paylaşıldığını da ifade edecek bir “aksân” da talep ediyoruz. Ortak dilden beklediğimiz şey sadece gramer değil, aynı zamanda aksâna yansıyacak, ortak kültüre işaret eden tınılar bekliyoruz. Kullanılan ortak dilde, o ortak kültürel yapının işaretleri algılanmıyorsa, dil bu ortaklığın inşa edilebilmesi için yeterli olmuyor.
İlkiyle ilişkili ikinci belirleyici nitelik ise kültürel müşterek gibi görünüyor. Ancak neredeyse şehirden şehire, mahalleden mahalleye, haneden haneye ciddi farklılıklar gösteren kültürel yapılar bu ayrıştırmanın nedenini tek başına açıklamak için yeterli olmuyor. Bazı alt kültürler üst kültürel kimlik çatısı altında kabul edilirken, bazıları tamamen yabancı kabul ediliyor.
Hangi etnik gurubun kabullenilip hangisinin dışlanacağına dair kanaatleri şekillendiren bir diğer husus, ilgili kültürün doğu-batı eksenindeki coğrafi konumu. Öyle ki Türkiye’nin batısından gelen iltica taleplerine sıcak bakılırken doğusundan gelen iltica taleplerine burun kıvrılabiliyor. İltica talebinde bulunan etnisite batı kültürünün bir parçası ise kabullenmekte zorluk çekilmiyor, fakat aynı talep doğu kültürüne ait bir coğrafyadan geliyorsa katiyen rıza gösterilmiyor.
Din, dil, kültür ve coğrafyaya göre değişkenlik gösteren ve çoğunlukla birbiriye çelişen “kabul” kriterlerinin asıl belirleyicisi nedir? Biri inanç ortaklığı bağlamında kabullenilirken, diğeri için inanç birliği kriteri yeterli olmuyor. Birinden kültürel yakınlık talep edilirlen diğerinin kültürel bağlamı hiç dikkate alınmıyor. Yakın kültürler rahatlıkla dışlanırken uzak kültürlere kucak açılabiliyor. Peki nedir bu kanaatlerin gerçek belirleyicisi? Görünen o ki kabullenirken ya da dışlarken ifade edilen gerekçeler, gerçek nedenleri yansıtabilmeleri bakımından birer bahane olmanın ötesine geçemiyor. Kriterlerin birbiriyle çelişiyor olması altta yatan başka bir temel düşüncenin varlığını gösteriyor.
Sosyolojik-demografik kaygılar açıklıyor mu peki gerçek nedeni? Hayır.. Baktığımızda sayıları 3-4 milyon arasında olduğu tahmin edilen Suriyeli göçmenlerin varlığı demografinin korunması adına ciddi bir tehlike olarak algılanırken, sayıları 3-6 milyon arasında olduğu tahmin edilen Arnavutların varlığı demografi açısından asla tehdit olarak algılanmıyor.
Belirleyici kriterin ne olduğuna dair elimizdeki muğlak verilerden hareketle, erken bir çıkarım olduğunu da kabul etmekle birlikte, değerlendirmemiz şöyledir.
- Kimin kimin mülteci olarak kabul edileceğini kimin mülteci olarak kabul edilmeyeceğini belirleyen asıl kriter modernitenin bizzat kendisidir. Modernite kendi varlığını ve üstünlüğünü temellendirmek için öylesine güçlü bir “öteki” kavramı üretmiştir ki, tüm dünyayı kuşatan etki alanı içerisinde, kanaatleri belirlemek konusunda hafife alınmayacak düzeyde keskin ve katıdır. Öyle ki modernitenin belirlediği ötekiye modern dünyada yer yoktur. Varlık iddiasındaki tüm uluslar kendilerine, moderniteyi dikkate alarak çeki düzen vermek zorundadırlar. Modernitenin mimarı batı medeniyeti, kendi medeniyet kümesi içerisine hangi kültürleri kabul edip etmeyeceğini baştan belirlemiştir. Türkiye en başından beri batı medeniyeti kümesi içerinde kabul edilmeyen, buna karşın en başından beri batı medeniyetinin içinde yer almak için canhıraş gayret gösteren bir ülkedir. Batı medeniyetinin içerisinde yer alma çabası öylesine içselleştirilmiştir ki, her bir vatandaşını neyi beğenip neyi beğenmeyeceğini, neyi nasıl değerlendirip nasıl değerlendirmeyeceği, kimi kendisinden sayıp kimi kendisinden saymayacağı konusunda etkili bir şekilde formatlamıştır. Dolayısıyla hangi kültürü kabul edip hangisini dışlayacağı konusuna tereddüt etmez. Modernitenin belirlediği kalıba uyanlar kabul edilir, uymayanlar dışlanır. İltica talebi beyaz, seküler, batılı ve modern bir kültürden geliyorsa sorun yoktur, talep yanık tenli, dindar, doğulu ve çağdışı bir kültürden geliyorsa reddedilecektir. Her şeye rağmen, Türkiyenin uyguladığı mülteci politikası kısa vadede, batıya düzensiz göçü engellemesi bakımından Batının işine yarıyor gibi görünsede, uzun vadede modernitenin tarif ettiği “öteki” algısının içini boşaltabilecek türden. Türkiye Suriyeli göçmenleri kabul ederek, modernitenin tarif ettiği “öteki” ile modern bir ülkede bir arada yaşanabildiğini göstermiştir. Elbette Batılıdan çok Batıcı modernlerimizi ikna ve dahası zaptetmek çok ta kolay olmamıştır. Öyle ki “Suriyelileri gönderelim, Ukraynalıları alalım” düzeyinde çirkinleşmekten dahi kendilerini alamayan bu kitle son dönemlerde siyasi çıkar beklentileri ile iyiden iyiye cesaretlendirilmektedir.
- Bir çok farklı kültüre aynı anda ev sahipliği yapan ve tarihte de farklı kültürlerin huzur içinde bir aradalığını başarmış bir medeniyet birikimin varisi olarak Türkiye, kendisinden bekleneni ve yakışanı yaparak; tıpkı Arnavut, Pomak, Boşnak, Torbeş, Çerkez, Yahudi ve Polonyalı mültecilere kucak açtığı gibi Suriyeli göçmenlere de kucak açmıştır.
- Suriyeli göçmenlerin demografik ve kültürel yapıyı değiştirebileceği hakkında oluşturulan algı gerçek bir tehdit değildir, ancak bu yapay tehdit algısını oluşturan odakların varlığı ve operasyon kabiliyetleri gerçek bir tehdittir. Yapay tehdit algısını besleyen söylemler belirli odaklar tarafından sürekli dolaşımda tutularak ortam uluslararası istihbarat örgütlerinin provakasyonuna açık ve hazır hale getirilmektedir.
- İltica talebinde bulunan savaş mağdurlarını etnik ve dini aidiyetlerine, diline, kültürüne, geldiği coğrafyaya, mesleğine, dış görünüşüne göre ayrıştırmak insani bir tutum olmamakla birlikte Batı tipi bir reflekstir. Ancak bu anlaşılabilir bir durumdur zira Batının insani değerleri keşfetmesinin üzerinden yüz yıl dahî geçmemiştir. Henüz yolun çok başlangıcındaki Batının insani değerler hakkında Dünyaya anlatabilecek bir hikayesi oluşmamıştır. Batı, teknik mahareti ile kurduğu “medeniyeti” gerçekten yükseltmek istiyorsa, yüzünü Doğuya çevirmelidir.
- Batılıdan çok Batıcılarımız silkinip kendine gelmeli, özüne dönmelidir.