Gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikrobun yeryüzünde bir karış güvenli alan bırakmamacasına her yeri kuşattığı zor günlerden geçiyoruz. Ne Hollywood senaryoları, ne İsviçreli bilim adamları her gün binlerce insanın ölümüne çözüm bulamıyor. Korku ve çaresizlik hissi öyle bir noktaya geldi ki artık ne ölen insanların hikayelerini, anılarını, umutlarını dinleyecek vaktimiz var ne de yakınlarına taziye iletecek. Ölüm korkusunu hiç bu kadar yakın hissetmemiştik, oysa hep yanıbaşımızda sürüp giden en az hayatta olmak kadar güçlü bir gerçeklikti. Yaşantımız tamamen değişti. Çağlar öncesinde mağaralara sığınan atalarımız gibi mağaralarımıza sığındık dışarıdaki tehlikenin geçmesini umut ediyoruz.
Oysa daha çok kısa bir süre öncesine kadar yaşadığımız Dünyayı hoyratça örseliyor, doğayı katl ediyor, kaynaklarını sömürüyor, tüketiyor, tüketiyor, tüketiyorduk. Öylesine güçlü ve hakimdik, bir yandan aydınlanmanın meşalesini taşıyor,bir yandan dehlizin derinlikliklerine doğru her adımda biraz daha karanlığa ilerliyorduk, elimizdeki meşalenin yağının tükenmesi an meselesiydi ama öylesine sarhoştuk ki bu durumun da çok farkında değildik. Karanlık tünelin duvarına yansıyıp meşalenin aleviyle oynaşan gölgemiz öyle büyük görünüyordu ki gözümüze işte tanrı bu gölgenin sahibi deyiveriyorduk. Gözümüzle görebildiğimiz ve varlığından şüphe duymadığımız tanrıyı, yani insanı,yani ben’i bulduğumuza göre artık hiçbir şeye temas edemeyen, konuşamayan ve hatta devinmeyen devindiriciyi de emekli etmenin vakti çoktan gelmişti. Her şeye gücü yeten, büyük buluşlar yapan, buharlı makinalar, yüksek binalar, fabrikalar, uçaklar, gemiler yapan, öldüren, yaşatan, terbiye eden, felsefe yapan, üstün akıllı bir varlık olan insandan daha fazla kime yakışırdı ki zaten tanrılık? Eski demode tanrı eğer kendi isteğiyle istifa edip emekliye ayrılmazsa geriye bir tek seçenek kalıyordu, tanrıyı öldürmek..ve öyle de oldu.
İnsan için uzun ama insanlık için kısa bir zaman diliminde tanrının celladı hüküm sürdü yeryüzünde. Herkes gücü nispetinde birer tanrı oldu. En küçük tanırlar, daha büyüklerine, onlar da kendisinden daha büyüklere, onlar da en büyük tanrılara tapındı durdu. Büyük tarılar, küçük tanrılara, onlar da daha küçük tanrılara hükmetti bir kaç asır boyunca. Her tanrı bir alt basamaktaki tanrıları sürekli yeniledikleri zincirlerle tasmaladılar zaman içinde, son olarak dijital zincirler tüm küçük tanrıların boynuna geçirilmiş haldeydi. Dijital zincirler canını yakmadı insanın çünkü öyle tasarlanmıştı, fakat bir o kadar da sağlamdı.
Ve bir tek ilke.. Tüketebildiğin kadar tanrısın..
Ve hızla tüketmeye başladık kaynakları, doğayı.. Ayak basılmadık yer bırakmadık, gerçi bastığımız yerde ot bitmiyordu, ama olsundu. Daha tüketebileceğimiz koca bir dünya dolusu kaynak vardı. Dağlarını, sularını, ağaçlarını, canlılarını, yerin altında olan, yerin üstünde olan daha bir dolu kaynak. Öylesine tüketiyorduk ki artık tanrı olmanın sorumlulukları da göz ardı edilebilirdi. Zaten ben tüketmesem diğer tanılar tüketecekti. Öyleyse tanrılar arasında
gerçekleşen bu tüketme yarışının galibi ben olmalıydım. Ancak bu şekilde en büyük tanrı olabilirdim.. Tüketmeli, tüketmeli, tüketmeliydim.. Öyle ki tüketme hızımın önüne çıkacak engelleri ortadan kaldırmalıydım. Tüketmeye çalışıpta tüketemediklerimle de vakit kaybetmemeli, derhal tüketebileceğim başka kaynaklara yönelmeliydim. Hızlı tüketemediklerimle zaman kaybetmemek için onları hızla gözden düşürmeliydim. Moda ve trendler yetişti imdadıma, daha çok tükettim, daha da çok..Ve tükettiğim şeylere de saygı göstermemi gerektirecek herhangi bir neden de yoktu.Doğa elimin altında duran, hükmüme boyun eğmiş, çaresiz yok edilmeyi bekleyen bir kaynaktan başka hiçbir şey değildi.
Fakat ne olduysa işler birden tersine döndü. Cansız, aklı idraki olmayan, koşulsuz boyun eğen doğa, kendi içinden üstümüze saldığı en küçük savaşçısıyla , gözle görülmeyen bir virüsle bu esarete artık boyun eğmeyeceğini ilan etti ve tanrı kompleksiyle deliye dönmüş çılgın insana bir anda haddini bildirdi. Artık yeryüzündeki hiç bir insan kendisini güvende hissedemiyordu. Ve insan kendi vücuduna giren ve onu yok eden küçücük bir virüsle savaşırken, aslında kendisinin de pervasızca doğaya saldırıp ya etmeye çalışan bir virüsten fazlası olmadığını anlamaya başlamıştı. Dünyanın her yerinde tanrıdan doğaya yaptıkları zulüm nedeniyle pişmanlıklarını dile getiren tövbekarların gözü yaşlı ve korkulu duaları yükseliyordu. Fakat virüs asla durmuyor, hız kesmiyor ve her gün daha çok küçük tanrıyı aramızdan alıp götürüyordu. Gözyaşı ve acılar içindeki insan sahneyi mekanın sahibine terkediyordu ve artık sahnede sadece doğanın küçük savaşçısı vardı.
Böyle olmak zorunda mıydı? Hayır..
Modern dönemde insanın acılarının temelinde yatan şey, hayatı anlamlandırmak, tanrı ve doğayla ilişkileri düzenlemek için tarih boyunca ortaya koyulmuş hakikatlerin terkedilmesidir. Batı felsefesinin son kulvarda evrildiği pozitivist, materyalist düşünce biçimi tabi olarak doğaya bakışımızı da şekillendirdi. maddeye indirgenmiş doğa anlayışı, süreç içinde onu tüketilebilir bir kaynak olarak görmenin de önünü açtı.
Oysa doğuda durum hiç de böyle değildi. Gerek Hint kökenli mistik felsefelerde animizm, gerekse islam tasavvufunda insanı doğaya karşı sorumlu kılan düşünce sistemleri, doğaya saygı ve onu teslim alındığı gibi teslim edilmesi gereken bir emanet olarak gözen anlayış, batı felsefesine göre çok daha ileri bir seviye olarak değerlendirilebilirdi. İnsanın doğaya ve tanıya başkaldırısının bir bedelinin olabileceğini gördüğümüz bu zor günler umarım tüm insanlık için şapkamızı önümüze koyup tekrar düşünmek için gerekli şartları oluşturmuştur ve insan da bu sorgulamanın neticesinde düşüncelerindeki sapmanın ve neticelerinin farkına varır.