Anahtar Kavramlar: Etik, Ahlâk, Adalet, Doğal Hukuk, Pozitif Hukuk, Politika, Bürokrasi, Multinomi,
- Giriş
İnsan düşünme serüveninin başlangıcından beri davranışlarındaki tutarlılığı temin edecek bir ilkenin arayışı içerisinde olmuştur. Gelişigüzel davranmak bir seçenek olduğu halde insan tutum ve davranışlarının nedenlerini belirli bir ilkeye dayandırmak ve böylece temellendirmeye çalışmak yönünde eğilim göstermiştir. Kaynağı her ne olursa olsun davranışlarını belirli bir ilkeye dayandırmak yönünde eğilim göstermek insana özgü bir durumdur.
Davranış sadece o davranışın sahibini ilgilendiren bir olgu da değildir. Davranış aynı zamanda o davranışın muhatabı olan diğer insanları ve o davranışın doğrudan yöneldiği ya da yönelmediği diğer tüm şeyleri ilgilendirmektedir. İnsanın tutum ve davranışları ile doğrudan yöneldiği ya da yönelmediği diğer insanlar, hayvanlar, bitkiler, doğa, canlı ya da cansız tüm şeyler o davranıştan etkilenmektedir. Dolayısı ile insan davranırken kendiliği dışındaki diğer tüm şeylerle ilişki içerisindedir. Davranan insanın, davranışa konu benlik ve beden algısı dâhil tüm dışsal şeyleri dikkate alıp, buna göre davranışını belirlemesi ahlakiliğinin bir gereğidir.
Sorgulayan bir varlık olarak insan, hem kendi varlığına hem de kendisi dışındaki varlığa dair farkındalık halindedir. Bu farkındalık hali ve var olanlarla ilişkide olma zorunluluğu, ahlakiliği de zorunlu kılmaktadır. Beraberinde, ahlakilik diğer şeylerden ve insanlardan yalıtılmış bir insan tekilinin tek başına ortaya koyabileceği bir durum da değildir. Ahlakilik her şeyin ve şahsiyeti ortaya çıkaran herkesin oluşturduğu, sınırsız ve sonsuz büyüklükteki ilişkiler ağının doğası gereğidir. Birlikteliği hangi gerekçeye dayanırsa dayansın insan bir düzen ve topluluk varlığıdır. Bununla birlikte ahlak topluluk halindeki insana önceldir.
Makalemizin konusu olmamakla birlikte, topluluk halinde yaşamak ahlakiliğin bir sonucu mudur, yoksa insan topluluk halinde yaşadığı için mi ahlakiliğe ihtiyaç duyar? Sorusuna yaklaşımımız, topluluk halinde yaşamak ahlakiliğin bir gereği-sonucudur şeklinde olacaktır. Nitekim topluluk halinde ve bir düzen içinde yaşamak için ihtiyaç duyulan kural ve yasalar başka şey ahlak başka şeydir. Diğer yandan ahlakiliğin evrensel ilkelerini ortaya koymak için yapılan felsefi sorgulama, düşünme ve anlamaya çalışma faaliyetinden ibaret olan etik bambaşka bir şeydir. Ayrıntılarını makalemizin devamında açacağımız üzere etiğin ilkeleri aynı zamanda ahlakın ilkeleri de değildir.
Topluluk olarak bir arada yaşamak durumundaki insan inşa edeceği devletin temellerini yasalar üzerine kurmuştur. Barış ve huzurun teminatı için oluşturulan bu yasalar ile insanın en temel ihtiyaçları güvence altına alınmaya çalışılmış, bu topluluğun hangi gaye ile bir arada bulunduğunu ve hangi kurallara uyması gerektiği önceden belirlenmiştir. İnsanlar arasında uyulması gereken kurallara hukuk kuralları adı verilmiştir. Hukuk toplum düzeninin korunmasını ve sürdürülmesi için ortaya koyulmuş yasalar bütününü ifade etmektedir.
Ahlak felsefesinden dolayısıyla Varlık felsefesinden köken alan Hukuk felsefesi, temelde adil olanın arayışı içerisindedir. Ancak Adalet kavramı tarihi süreç içerisinde varlık düşüncesinin evrimine paralel bir dönüşüm geçirerek, Tanrı ve Doğa ile olan bağını koparmış ve modern çağın pozitif formunu almıştır. İlk çağda doğaya, ortaçağ Hıristiyan ve İslam düşüncesinde tanrıya atfedilen adalet düşüncesi modern dönemin insan merkezli yaklaşımına uygun düşecek şekilde insana atfedilmiştir. Artık yeni dönemde bir adalet ideasından bahsetmek mümkün olmadığı gibi, adalet toplumsal düzenin sağlanabilmesi için ihtiyaç duyulan kurallar bütünü yaklaşımına indirgenmiştir.
İlkçağdan yaşadığımız modern döneme kadar Adalet teorisi iki temel yaklaşımda ele alınmıştır. Bunlardan ilki ilkçağ antik yunan düşüncesinde temellerini bulan ve ortaçağ Hıristiyan ve İslam düşüncesinde zirvesine ulaşan Doğal Hukuk yaklaşımıdır. İkincisi ise Rönesans’la birlikte Avrupa’da baş gösteren pozitivist geleneğin tanımladığı Pozitif Hukuk yaklaşımıdır. Temel de birbirinin zıttı olan bu iki yaklaşımının, Adalet kavramını kaynağı bakımından ele alış biçimleri birbirinden tamamen farklıdır. Modern dönem ve pozitivist bilim anlayışı ile Hukuk, bir bilim olarak varlığını sürdürme ihtiyacı hissetmiş, metafiziğin elenmesi ile Adalet kavramı da belirsiz ve bilinemez bir alana hapsedilmiştir. Ancak insanların ve bir araya getirdikleri toplulukların güçlü adalet duyguları ve adalet beklentileri hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır.
Modern insanın çağına uygun yeni adalet anlayışı ile inşa ettiği devlet, insan merkezli ve insan tarafından belirlenebilir hukuk sistemi ortaya koymuş ancak insanın doğasındaki ahlakiliği ve kaynağını ihmal hatta inkâr etmiştir. Tam da bu noktada Tanrı, İnsan, Adalet, Hukuk ve Ahlak olgularının doğal kavramsal bütünlüğü ortadan kaybolmuştur.
19. Yüzyıldan itibaren Pozitivizmin eleştirisini ortaya koyan Post- Pozitivist yaklaşımlar probleme işaret etmekle birlikte, gidilen yanlış yoldan geriye dönme cesaretini gösterememiş hakikat sonrasının yolunu açan bir belirsizliğin zeminini hazırlamışlardır.
- Konu
Makalemizde Doğal Hukuk ve Pozitif Hukuk ikilemi arasında kalan modern insanın, bu ikilemden kaynaklanan ahlaki krizini ele alacağız. Bireylerin ahlaki durumu üzerindeki etkisi itibarıyla, yasa koyucuların ve devlet yöneticilerinin etik politiğini anlamaya çalışacağız. Konumuz politik etik değil, etik politik olacaktır. Terimlerin diziliş sırası taşıdığı anlamı değiştirmektedir. Dolayısıyla kastımız politize edilmiş bir etik anlayışı değil, etiğin politika da nasıl ortaya çıktığı ve nasıl belirlendiği hususudur. Etiğin politik yönüne değil politikanın etik yönüne odaklanacağız.
Pozitivist yaklaşımın yasaklı metafizik alana hapsettiği adalet kavramını hukuk ve ahlak ile ilişkisi bağlamında ele alacak, günümüz ahlaki krizlerinin bu kavramsal dağılmışlıkla ilişkisini inceleyeceğiz.
Toplumsal bir varlık olarak insanın uyması gereken hukuki kuralları belirleyen ve bu yasaları uygulamakla yükümlü olan idarecilerin ve yasa koyucuların ahlaki tutumunun toplum ahlakı üzerindeki etkilerini ele alacağız.
Seçen seçilen ilişkisine odaklanıp, seçenin seçilen üzerindeki etkisini değerlendirmeye çalışacağız. Tamamını seçilmişler kategorisi altında değerlendireceğimiz yöneten-yönetilen, amir-memur ilişkisine odaklanarak, bürokrasiyi, bürokrasideki etik yapılanmayı ve ahlaki sorunları ele alacak ve “Multinomi” kavramsallaştırmamızı açıklayacağız.
- Önem
Toplumun genel ahlaki ilkeleri ile o toplum bireylerinin uyması zorunlu olan hukuk kuralların çelişmesi durumundan kaynaklanan ahlaki krizler dikkat çekicidir. Türkiye örneğine baktığımızda, modernleşme ve muasır medeniyetler seviyesine erişme gayesi ile toplumun genel kabul görmüş gelenek, görenek, inanç ve ahlaki normlarıyla tam örtüşmeyen, medeni kanunların ithal ve icbar edilmesi, sonrasında ortaya çıkacak ahlaki krizlerin habercisi olarak siyasi ve sosyal krizlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Toplumun inanç ilkeleri ile şekillenmiş ahlaki arka plan dikkate alınmadan ortaya koyulan modern hukuka, toplumun geniş kesimlerinden itirazlar gelmiş, buna karşın tarihsel süreç içerisinde geri kalmışlığın nedeni olarak değerlendirilen inanç ilkeleri, dönemin hâkim görüşü pozitivizmin, geleneksel düşünceleri hallaç pamuğu gibi atan kuvvetli fırtınasının da etkisi ile tümden yok sayılmıştı. Bu durum devlet millet arasında, yöneten ve yönetilenler arasında uçuruma neden olmuştu.
Ortaya çıkan manzarada bir yanda ahlak- hukuk bütünselliği içerisinde Doğal Hukuk ve Tanrısal Adalete inanmaya devam eden yönetilen sınıf, diğer yan da geleneksel ahlakı ve doğal hukuku reddeden ve yerine pozitif hukuk yaklaşımını benimseyen ve biraz da dönüşümü hoyratça dayatan yönetici sınıfı söz konusu olmuştu.
Günümüze geldiğimizde, Post-Pozitivist belirsizliğin hüküm sürdüğü, neredeyse her bir birey adedince ahlaki ilkenin, dolayısıyla bir evrensel ilkesizliğin varlığından söz edebileceğimiz tabloda, yasalar hakkında tam bir mutabakatsızlık durumu söz konusudur. Herkesin adaleti aradığı fakat hiç kimsenin yasadan ve hükümden memnun olmadığı hatta tanımadığı bir duruma gelinmiştir. Teknolojinin imkânları ile küresel kültürün yerel kültürlere hızla aktarılması süreci hızlanmıştır. Olması gereken toplum ahlakı temelleri üzerine oluşturulmuş hukuk kuralları iken, önce hukuk kurallarının dayatıldığı sonra da dayatılan hukuk kurallarının ahlaki altyapısı ithal edildi. Ahlaki zemine oturması gereken hukuk kuralları yerine, hukuki kuralları önceden belirlenmiş ahlak formaları getirildi. Toplumsal ahlaki normların kendi doğal süreci içinde şekillenmesi gerekirken, hukuki dayatmalarla yeni ahlaki formlar normalleştirilmeye çalışıldı. Toplumsal ahlaka mugayir birçok tutum ve davranış, yasalar cevaz veriyor, bireysel özgürlük, eşitlik gibi kavramların açtığı imkânlarla hukuki zemin ve yaşam alanı buldu. Dolayısıyla birbiriyle uzlaşmayan farklı ahlaki ilkeler aynı coğrafya da eş zamanlı varlık imkânı buldu. Birbiri ile örtüşmeyen çoklu ahlak yapılarının aynı yasalar ile bir ardalığa mecbur edilmesi sosyolojik, siyasi çatışmaları, hatta psikolojik sorunları kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi.
Ahlak ve hukuk uyuşmazlığının neden olduğu anominin yanı sıra, farklı ahlaki ilkeleri benimseyen toplumsal kümelerin kesişim alanlarında multinomiler de oluşmaya başladı ki, kanaatimizce anomaliden daha tehlikeli bir pozisyondur.
Multinomi terimini her hangi bir ahlaki bir tutumu benimsememekle birlikte, farklı ahlak kümelerinin içinde kişisel varlık alanı oluşturmak için duruma ve ihtiyaca göre pozisyon alan ve o ahlaki kümenin bir parçası gibi davranan gurupların durumunu tanımlamak için kullanıyoruz. Multinomi bireylerin belirli bir ahlaki kümenin içinden diğer bireylerce fark edilmesi oldukça güçtür. Diğer yandan, birbirinden farklı ahlaki temellere sahip Doğal Hukuk ve Pozitif Hukuk ikileminin uygulamalarda görünür hale geldiği Bürokrasi pratiklerinin gözlemlenmesi Multinomi tespiti açısından imkân sunmaktadır. Açık bir riyakârlık ve ikiyüzlülükten bahsediyoruz. Bürokraside ortaya çıkan multinomi elbette yönetilen sınıfta ortaya çıkacak multinomi hem kaynağı hem de modeli olabilmektedir.
Makalemizde temas etmeye çalıştığımız esas mesele anomali olarak ifade edilen ahlaki yoksunluk durumundan çok, farklı ahlaki kümeler arasında, duruma ve kişisel çıkara göre pozisyon değiştirmeyi ifade ettiğimiz multinomi durumlarıdır. Ahlaki yoksunluk-ilkesizlik durumundan, yani anomaliden çok daha tehlikeli bir durum olduğunu değerlendirebiliriz. Multinomi durumunun kendisi de temel de bir ilkesizlik durumu olmakla birlikte anominin gelişmiş bir türü olarak ilkesizlik durumunu, ihtiyaç duydukça değiştirdiği ahlaki kümelerin içinde kamufle etme yeteneği kazanmıştır.
Bilhassa Bürokraside ortaya çıkan, gelişmiş gizleme kabiliyetlerine sahip, devlet soyut varlığı ile tekil birey somut varlığının temas ettiği alanda kendisini gösteren multinomi, genel ahlaki ilkesizlikten bağımsız olarak, müstakilen tanımlanması ve tespit edilmesini önemli görmekteyiz.
- Amaç
Kaynağı açısından ahlaki ilkelerin çokluğu, farklı ahlak guruplarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu çoklu ahlaki yapıların farklı hukuk ilkelerine ihtiyaç duyduğu da ortadadır. Ancak makalemizde üzerinde duracağımız mesele hukuk ile değil hukuka zemin hazırlayan ahlak meselesi ile ilgilidir. Doğal Hukuk- Pozitif Hukuk çakışmasında ifadesini bulan bu ahlaki ikilem ve toplumsal ahlaki mutabakat meselesidir. Amacımız bu ahlaki ikilemin politik yansımalarını bürokrasi üzerinden ortaya koymak ve toplumsal etkilerini analiz etmeye çalışmak, multinomi durumlarına dikkat çekmek olacaktır.
- Sınırlılıklar
İleride, kavram tanımlamaları bölümünde ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, Doğal Hukuk ve Pozitif Hukuk tartışmasının kadim sınırlılıkları bu makalemizin de temel sınırlılıklarını oluşturmaktadır.
Tanrının varlığından mevcut bilim ve akademi kıstasları çerçevesinde ne kadar bahsedebiliyorsak bir adalet idesinden de o kadar bahsedebiliyoruz. Dolayısıyla Pozitif Hukukun zeminini olabilecek Doğal Hukuktan da ancak bu nispette bahsedebiliriz. Bu durumda iki seçeneğin varlığından söz edebiliriz.
İlk seçenek mevcut bilimsel yöntem sınırları içerisinde kalarak, meselenin tarihi süreç içerisindeki serencamını, adalet, hukuk, ahlak gibi kavramların düşüncenin tarihi süreci içerisinde yaşadığı dönüşümleri, filozofların görüşleri üzerinden ele alarak salt bir felsefe tarihi incelemesi yapacak ve riskli alanlara girmeyeceğiz.
İkinci seçenek meselenin zamansal ve buna bağlı güncel sınırlılıklarını görmezden gelip, paradigma ile çatışmayı da göze alarak, spekülatif ve belki metafizik alanda düşünme çabasına gireceğiz. Mevcut bilimsel yöntem ve akademik kriterlerin, içeriden zorlanmaktan aşınmış çeperine, haddimiz nispetinde bir pençe de biz atacak ve sınırların dışına çıkma riskini göze alacağız.
- Yöntem
Adalet, Ahlak, Doğal Hukuk ve Pozitif Hukuk gibi kavramların felsefe tarihinde filozoflar tarafından nasıl ele alındığını, multinomi kavramsallaştırmamızla ortaya koymaya çalışacağımız ikilemin zemininde yatan sorunlarla ne türden bir ilişkisi olduğunu, toplumsala sirayet eden bu ahlaki problemin aşılabilmesi için öncelikle bu ikilemin ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürerek, çözüm yolları arayacağız.
Kavramların etimolojisi, tarihçesi, mahiyeti, ilgili disiplinler ve yan kavramları ele alacak, mesele hakkında literatürde yer alan görüşleri ortaya koymaya çalışacağız. Bir etik faaliyet olarak, ahlakı temellendirmeye çalışacak, adalet ve hukuk arasındaki bağı görünür kılmaya çalışacağız. Etik ve Ahlak arasındaki ilişkiye odaklanıp, burada ortaya çıkan ve birbirinin yerine kullanmaktan doğan sorunları ele alıp bu iki kavramın farkını ortaya koymaya çalışacağız. Multinomi kavramsallaştırmamızın tanımını yaparak bir kafa karışıklığının oluşturduğu gri alanlarda ortaya çıkan ahlaki problemi tespit edip çözüm önerilerimizi ortaya koymaya çalışacağız.
- Kavramlar
Ahlak:
“Ahlak, Arapçada “Seciye, tabiat, huy” gibi çeşitli anlamları kapsayan “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur. Klasik Arapça sözlüklerde genel olarak insanın maddi-bedensel yapısı için “halk”, manevi yapısı için “hulk” kelimeleri kullanılır. “Halk” gözle görülen bedenin bütününe, dış görünüm ve biçimine, yani “maddi” (maddi, bedensel) olana,”hulk” ise, iç görüyle idrak edilen, kavranılan düşünce, huy ve tabiata (fıtrat, mizaç) yani bir bakıma “manevi” olana özgüdür.” (Bekiroğlu, 2015, s. 61). Etimolojik tanımından anlaşılacağı üzere kavram, insan hem maddi hem de manevi yapısını bir arada ve ayrılmaz bir biçimde ele almaktadır.
Ahlak kavramı İslam düşünce tarihinde, bilhassa tasavvuf disiplini içerinde müstakil bir alan olarak yer almıştır. Bu konuda ahlaka dair felsefi nitelikteki ilk tanımın Hasan’ı Basri’ye kadar geriye gitmekte olduğu kabul edilmektedir. 13. Yüzyılda Nasiruddin Tusi, 16 Yüzyılda Kınalızade’nin Ahlak’ı Ali eserinde Ahlak kavramı ayrıntılı şekilde ele alınmış ve benzer tanımlar ortaya koyulmuştur. Ancak İslam düşünce geleneği içinde en çok kabul gören ve yaygın tanım Gazali’nin tanımıdır. Gazali’nin tanımına göre “Ahlak, insan nefsinde yerleşen öyle heyet’tir ki fiiller, hiçbir fikri zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sayesinde rahatlıkla ortaya çıkar.” (Bekiroğlu, s. 63) Kökenini İslam düşüncesinden alan ve bu alanda tanımlanmış bir kavram olması münasebeti ile İslami literatür zaviyesinden baktığımızda Ahlak, yaratılışla birlikte gelip ve insanın doğası ile iç içe geçmiş bir kavramdır. İnsanın yaradılışı ile birlikte gelen ve onunla bütünleşik bir insani nitelikler bütününü ifade etmektedir. O halde insan için ahlaksızlık diye bir durumdan söz edemeyeceğimiz gibi, halk ezberindeki gibi sadece iyi, güzel ve erdemli davranışı ifade etmek için de kullanamayız. İnsanın davranışlarına yön veren verili içsel motivasyonlar bütünü olarak tanımlanabilir. O halde insan iyiliğe ve kötülüğe de ahlaken meyillidir. Bu ahlak tanımından hareketle ahlaksızlıktan değil, sadece iyi ahlaktan ve kötü ahlaktan bahsedebiliriz. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” (Malik, 776, s. 2/381) hadisinden de anlaşılacağı üzere, zaten var olan güzel ahlaktan bahsediliyor, güzel ahlaka ayrıca dikkat çekilmiş olması kötü ahlakın da varlığını zorunlu olarak ortaya çıkarıyor.
Ahlak Kavramı Batı dillerinde normatif bir içerik ile Etik kavramı ile karşılanmıştır. “fakat etik sözcüğü “ahlak”la eşanlamlı olmadığı gibi” eş-kapsamlı” da değildir. Bu nedenle ahlak kavramının, Batı dillerindeki anlamı itibariyle “etik” sözcüğünün yanı sıra “morale” sözcüğünün de kavramsal içeriğini ihtiva ettiği söylenebilir” (Bekiroğlu, 2015, s. 64). İleride Etik ve Ahlak kavramlarının farkını ayrıntılı şekilde değineceğiz. Ancak şimdilik giriş bölümünde kısaca değindiğimiz kadarını tekrar edecek olursak Etik ahlakiliğin evrensel ilkelerini ortaya koymak için yapılan felsefi sorgulama, düşünme ve anlamaya çalışma faaliyetinden ibarettir, diğer yandan Ahlak, Etiğin konusunu oluşturmaktadır demekle yetinebiliriz.
Etik:
“Fransızca éthique “ahlak, ahlaki” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca ēthikós ἠθικός “ahlaka ilişkin” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Eski Yunanca êthos ἦθος “örf, adap, ahlak, töre” sözcüğünden” (NİŞANYAN, 2002-2022) türetilmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Etik kelimesi, etimolojisinden de anlaşılacağı üzere Etos ile ilgili olan anlamında kullanılmıştır. Daha kısa bir ifade ile Etik, Etos ile ilgili olandır.
Görülüyor ki Etik terimi, Ahlak teriminin gerçek karşılığı olan Etos ile ilgili olan anlamında kullanılıyor. Bu anlamda bakıldığında Etik normatif değil analitik bir faaliyet olarak karşımıza çıkıyor. Daha önce de dile getirdiğimiz gibi Etik ve Ahlak kavramları birbirinin karşılığı değildir. Aynı zamanda Etik kelimesi davranış normları ortaya koyabilecek bir disiplin olmak bakımından, en azından etimolojideki karşılığı itibarı ile yeterli de değildir.
Kavramsal düzeyde ortaya çıkan bu karmaşanın sosyolojik ve ideolojik sebepleri olabilir mi sorusuna birazdan geleceğiz. Şimdi Etik ve Ahlak kavramların çoğu kez birbirinin yerine kullanılmasından doğan yanlış anlaşılmaların neden olduğu kafa karışıklığını gidermeye yönelik sorgulamamıza devam edelim.
Etos kavramının etimolojik olarak “örf, adap, ahlak, töre” gibi anlamlara geldiğini ve Etik faaliyetinin konusunu oluşturduğunu belirtmiştir. O halde şöyle diyebiliriz. Etik alanı, disiplini, düşünsel eylemi, araştırma ya da anlama faaliyeti; Ahlaki normları neyin belirlediğini, bu normların kaynağının ne olduğunu, ahlakın verili mi yoksa doğuştan mı geldiğini, ahlaki ilkelerin bir toplumsal uzlaşı ile mi oluştuğunu yoksa tanrısal bir lütuf mu olduğunu, bir davranışın ahlaka uygun olup olmadığını araştıran, inceleyen ve açıklayan bilim dalıdır. Ancak daha ötesi değildir. Bir analoji üzerinden açıklamak gerekirse; Örneğin bir şairin şiir yazması bir faaliyettir, fakat şairin yazdığı şiirin gramer yapısını, uyak düzenini, hece dizilimini, şiirin yazıldığı koşullara dair sosyolojik yapısını incelemek farklı türden bir faaliyettir. Başka bir örnekle ifade edelim; Örneğin bir devlet başkanın yaptığı iş siyasettir, fakat bu devlet başkanının yaptığı işe dair analizler yapmak, eleştiri yazıları kaleme almak, bunları gazetelerde dergilerde yayınlamak siyaset gazeteciliğidir. Ya da örneğin, varlıklı bir işadamının bir bağış toplama gecesi etkinliğine katılması cemiyet hayatının gereği olan bir faaliyet iken, etkinliğe katılan işadamlarının eşlerinin kıyafetlerine odaklanıp haberleştirmek magazin haberciliğidir, burada bulunan magazincinin hayır toplama gecesi etkinliğine cemiyet mensupları ile aynı türden bir katılım olduğundan söz edemeyiz..
Antik Yunan kaynaklarında Etik kelimesinin kullanıldığı bilinen en meşhur eserlerden biri “Aristoteles’in, eşi son Atina ikameti sırasında ölünce, Herpyliss adlı Stagiralı bir kadınla gayrimeşru ilişkisinden” (Cevizci, 2014) doğan Nikomakhos adlı oğluna atfen yazdığı Nikomakos’a Etik adlı kitabıdır. Aristoteles Nikomakhos’a Etik kitabında doğrudan iyilik, erdem, mutluluk gibi kavramların, yani ahlakiliğin kaynağına dair teorik bir sorgulamaya girişmiştir. Aristoteles birinci kitabın daha ilk cümlesinden ahlakiliğin amacı olarak, metafizik bir ilkeyi işaret etmiş ve “Tüm sanatların, araştırmaların, eylemlerin ve tercihlerin amacı iyiye ulaşmaktır.” (Aristoteles) diyerek metafizik bir alanı işaret etmiştir. Yine iyi olan şeyleri üç guruba ayıran Aristoteles Dışsal iyiler, Ruha dair iyiler ve bedene dair iyiler ayrımı yapmıştır. “ Ruhla ilgili iyiler, gerçek iyilerdir” (Aristoteles) satırlarında ruh kavramını kullanarak, Kant sonrası şekillenen günümüz Etik anlayışının çok uzağında metafizik bir zeminin üzerinde durduğunu göstermiştir. Diğer yandan Aristoteles “Erdemleri düşünce ve karakter erdemleri olarak ikiye” (Aristoteles) ayırmıştır. Burada dikkat çeken husus karakter erdemlerini akılla değil alışkanlıklarla ilgili olduğu vurgusudur. Her ne kadar Aristoteles karakter erdemlerinin doğal olarak ya da doğaya aykırı olarak elde edilmediğini söylese de aynı cümlelerin geçtiği satırlarda, “sadece onları elde edebilecek bir doğal yapımız bulunur, bizler alışkanlıklarla bunları geliştiririz. Öncelikle bu şeylere sahip olup ardından bunları geliştiririz.” (Aristoteles) diyerek doğal olarak verili bir istidadın , bir potansiyelin varlığından bahsetmiştir.Bu verili kısım Hz.. Muhammed’in yukarıda bahsettiğimiz güzel ahlakı “tamamlamak” için gönderildim ifadesinde ortaya çıkan istidat ile örtüşüyor gibi görünmektedir. “Eksik” ya da “tamamlanacak” olan olması fark etmeksizin, ahlakın verili bir parçası-zemini olduğu ortadadır. Öyle de görünüyor ki, takdire şayan olan, ödüllendirilecek olan, ya da Aristoteles’in ifadesi ile karakter erdemi olarak kabul edilebilecek olan için, ilgili davranışın tekrar edilerek içselleştirilmesi, otomatikleştirilmesi ve kendiliğindenleştirilmesi gerekmektedir. Bu türden bir kendiliğindenleştirme faaliyeti bir bakıma onun doğallaştırılması süreci olarak görülebilir. Doğadan tamamlanmak üzere alınanın tamamlanarak doğaya geri verilmesi süreci olarak yorumlanabilir. Bu da insan ve doğa arasındaki ilişkiye ya da insan ve tanrı arasındaki ilişkiye yönelik yeni bir bakış açısı sunabilir.
Etik ve Ahlak kavramları arasındaki farka dönecek olursak; ahlakın kaynağına dair yaptığımız tüm bu küçük sorgulama denemeleri ve aynı mesele hakkında başkalarının yaptığı büyük sorgulama denemeleri etiğin alanına girmekle birlikte, ne biz ne de diğerlerinin, ahlakiliği ya da erdemliliği hakkında bir teminat vermemektedir. Bu anlamda etik öğretimin, ahlak ise eğitimin konusudur diyebiliriz. Hangi davranışın erdemli olduğu, bu erdemin nasıl kazanıldığı soruları hakkında düşünmek insanı erdemli yapmaya yetmez. Başka bir ifade ile kişinin ahlaki bir pozisyonu tercih etmesi başka şey, o ahlaki pozisyonu tercih etmesinin arka planın neler olabileceğine dair akıl yürütmesi başka bir şeydir.
”Yunanca “dike” ve “dikaiosune”, Latince1justitia”, Fransızca ve İnglizce “justice” kelimeleriyle karşılanan adalet terimi Arapça “adl” kökünden gelir. (Osmanoğlu, 2021, s. 18)”zulmetmeyip herkesin hakkını vermek” anlamında kullanılır.” (Naşit, 1283, s. 142)
Ömer Osmanoğlu, Siyaset Felsefesinde Adalet, ilkçağ ve Ortaçağ’da Adalet Teorileri kitabında Adalet sözcüğünün Türkçe de üç farklı anlamda kullanıldığını kaynakları ile birlikte ortaya koymuştur. Buna göre “İlkinde, hak ve hukukla uyma, herkesin hakkını gözetme, haksızlık yapmama, doğruluktan ayrılmama; ikincisinde, bir toplumda kanun ve nizam yoluyla hakların karşılıklı o0larak korunması ve dengeli tutulması; üçüncüsünde ise bir devlette hak ve hukuku uygulayan teşkilat anlamında kullanılır.” (Ayverdi, 2005) İkinci ve üçüncü anlamların burada toplumsal olanla ve siyasetle ilişkisi göze çarpmaktadır. Yakın geçmişte “Adalet etmek” fiili olarak, hüküm vermek, hükümet etmek anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. Birinci anlamı ise kişinin kendi tutumu olarak bireysel bir karakter erdemine işaret etmektedir. Buradan anlaşılacağı üzere Adalet kavramının psikolojik ve sosyolojik boyutları olduğu gibi siyasetle de doğrudan ilişkilidir.
“Arapça “a-de-le” fiilinin mastarı olan adalet sapmanın ve zulmün zıddıdır. “Adl” aynı zamanda misil, eş veya denk” gibi anlamlarda kullanılır.” (Manzur, s. 2838-2839) Yukarıda Ahlak tanımına benzer “verili” ve “tamamlanmak üzere” ahlak anlayışına benzer bir, ikili yapının Adalet kavramı için de geçerli olabileceği düşüncemizi destekleyecek bir ayrımdan söz edilmesi dikkat çekicidir. “Adl” ve “Idl” ifadeleri Arapçanın dil özelliklerine göre aynı şekilde yazıldığı halde “عدل” “Adl” ve” Idl” şeklinde seslendirilebilmektedir. Bu seslendirme farkından anlamlarında da fark ortaya çıkmaktadır. Osmanoğlu’nun İbn. Manzur ve Ragıb el-İsfahani’ye atıfla dikkat çektiği tanıma göre, duyularla idrak olunan ve basiretle idrak olunan adalet ayrımına gidildiği görülmektedir. O halde Adalet düşüncesinin-duygusunun ölçme biçme ve ratio ile ilgili bir yönü olduğu gibi, basiretle ve istidatla ortaya çıkan bir yönünden de bahsedebiliriz. Diğer yandan Arapça dil özelliğinin bir yansıması olarak, duyumdan gelen adalet ile doğuştan-doğadan gelen tanrısal adalet ifadelerinin yazılı formda ortaklaşması hayli ilgi çekicidir. Adaletin, ancak yazılmış yasa formunda tecelli edebileceği fikrine bir gönderme olarak düşünülebilir. Yine Osmanoğlu’nun “ Platon adaleti kavramsal düzeyden yola çıkarak ortaya koyarken Aristoteles pratik olayların içinden bir Adalet anlayışına odaklanır” (Osmanoğlu, 2021, s. 19-20) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere; şayet Platon ve Aristoteles’in bakış açıları arasında bir uzlaşı zemini arayacaksak, adalet kavramının sözünü ettiğimiz iki boyutlu yapısı ile karşılaşmaktayız. Bir yüzeyinde toplumsal mutabakat yönüyle ortaya çıkan adalet düşüncesi, diğer yüzeyinde tanrısal adalet idesi. Bununla birlikte öyle görünüyor ki, basiret formunda, kendiliğinden, doğal olarak ya da Hume’un ifadesi ile “sempati” duygusu ile ortaya çıkan adalet düşüncesinin rasyonel düzeyde ele alınması mümkün değildir. Buna karşın Adaletin toplusal ilişkiler düzeyinde, ölçüp biçme ile ele alınabilecek bir boyutu olduğu da aşikârdır.
Adalet düşüncesinin, toplumsal mutabakat ile mi belirliyoruz, yoksa her bir insan tekilinin içinde var olan o verili adalet duygusunun, önce insan tekilinden dil mahareti ile topluma oradan da toplumsal sözleşmeye yansıması mıdır? İnsan tekilinden topluma, topumdan insan tekiline sürekli tekrar eden bir döngü, bir devinim halinde süre gidenin bir olgusu, idesi ya da sözleşmesi mi olduğu problemini, ya da başka bir düzlemde doğal hukuk-pozitif hukuk bağlamında devam eden tartışmayı şimdilik bir kenara bırakıp, tartışmamın neticesi ile ilgili bir mütabakatın oluşmadığı toplumlarda ortaya çıkan ve yine bahse konu bu ikilemin kaynaklık ettiği ve makalemizin konusunu oluşturan, tali probleme, semptoma, multinomi durumlarına odaklanmaya devam edelim.
Multinomi:
Belirli bir toplumda, birbirinden farklı ahlaki ilkelerin çokluğu durumunun suiistimal edilmesi, bireylerin şahsi çıkarları uğruna, durum ve koşullara göre bu ilkeler arasında sürekli pozisyon değiştirmeleri sürecini ifade eder.
Kavram etimolojik kökeni itibarı ile Yunanca “νόμος” sözcüğüne dayanmaktadır. Türkçeye de “namus” olarak geçen terim “yasa” kelimesine karşılık gelmektedir. “Multinomi” kavramı ile yukarıdaki kısa tanımda belirttiğimiz gibi, çoklu yasalılık durumunu ifade etmeye çalışıyoruz. Burada sözü edilen “yasa” tam da makalemizin inceleme konusu olan, insan ve toplum davranışlarını belirleyen ahlaki ilkeleri ifade etmektedir. İnanç, töre, adet, gelenek, görenek, hukuk ve dahi namus’tur.
Fransız sosyolog Emille Durkheim “intihar” isimli çalışmasında Yunanca olumsuzlama “a” öneki ile nomos’un yokluğu durumunu ifade etmek için “anomi” kavramını kullanmıştır. “Anomi, toplumsal yaşamın belirli bir alanda davranışlara yol gösterecek belirli standartların olmadığı zaman ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir dönemde insanlar, kendilerini derin bir şekilde yönünü şaşırmış ve kaygı içinde hissedebilmektedir.” (Giddens & Sutton, 2013)
Multinomi ise ahlaki ilkelerin yokluğundan değil çokluğundan kaynaklanmaktadır. Ahlaki ilkelerin çokluğu toplumsal açıdan çok büyük bir problem gibi gözükmemektedir. Öyle ki farklı ahlaki ilkeleri benimseyen birbirinden farklı gurupların bir arada yaşayabilmeleri hoşgörü zemininde mümkün olabilmektedir. Dahası çoklu ahlaki ilkelerle temellendirilmiş çoklu hukuk sistemlerinin de bir ardalığının mümkün olabildiğini tarihteki başarılı örneklerinden biliyoruz. Burada odaklandığımız asıl sorun çoklu ahlaki ilklerin bir arada olup olamayacağı meselesi değildir. Odaklandığımız asıl problem çoklu ahlaki ilkelerin görüldüğü toplumlarda, bireylerin kişisel çıkarları için birbirinden farklı ahlaki ilkleler arasında sürekli pozisyon değiştirmeleri meselesidir.
Multinomi durumundaki kişiler, karşılaştıkları birbirine benzer iki olay karşısında iki farklı ilkesel tutum takınıp iki farklı davranış sergileyebilmektedirler. Modern yaşam bireye birbiri ile bağlantısız farklı kültürel gurupların içinde bulunma zorunluluğu getiriyor. Aile ve akraba çevresi, çalışma hayatı ve iş çevreleri, siyaset ve sivil toplum kuruluşları, okul ve akademi çevreleri vb. Bu guruplar her ne kadar ortak üst kültür çatısı altında bulunuyor olsalar da, her bir gurup kendine has kültürel ve sembolik niteliklere sahip olabiliyorlar. Bu gurupların dışarıya açık yönleri olduğu gibi, dışarıya kapalı ve kendi gurup ilkelerini dayatan bir yönü de olabiliyor. Çatı kültüre ait ahlaki ilkelerin kontrol gücü guruplar farklılaştıkça değişiyor. Dolayısıyla belirli bir davranış bir gurubun içinde tepkiyle karşılanırken, aynı davranış diğer gurubun içinde sorun edilmeyebildiği gibi takdir de edilebiliyor. Bireyler bir gurubun içinde farklı bir sembolik dil kullanırken diğer gurubun içinde farklı bir sembolik dil kullanabilmektedir. Örneğin oturduğu mahallenin bakkalına girdiğinde bakkal sahibini “selamünaleyküm” diye selamlarken, çalıştığı plazada müdürünü “merhaba” diye selamlamayı tercih etmektedir. Ya da örneğin cep telefonunu bıraktığı yeri bir türlü hatırlamayan biri evde ise “tövbe lailaheillallah nereye gitti bu telefon şimdi” cümleleri ile söyleyebilirken işyerinde “hay aksi” nereye gitti bu telefon şimdi cümleleri ile söylenir.
Sembolik dilin kullanımındaki farklılıklar, masum birer adaptasyon çabası olarak görülüp anlaşılabilir, fakat ahlaki ilkleler söz konusu olduğunda işler biraz karışabiliyor. Örneğin kişi homoseksüelliği sapkınlık olarak gören bir ahlaki ilkeyi benimsemiş aile ve yakın akraba ilişkileri içerisinde homoseksüelliği sapkınlık olarak tanımlayıp telin ederken, aynı kişi homoseksüelliği özgürlükler bağlamında ele alan bir siyasi gurup içerisinde bu eğilimi destekleyebilmektedir.
Esasen multinominin ortaya çıkmasına sebep olan şey tek başına sözünü ettiğimiz çoklu ahlaki ilkelerin varlığı değildir. Bu guruplardan herhangi birinin kendi ahlaki ilklilerini dayatması, bilhassa homojen durumdaki kamusal alanda sıklıkla görülmektedir. Örneğin gençler üniversitelerde baskın kültürün içerisinde dışlanma ve aşağılanma endişesi ile ahlâkî ilkelerini edindikleri aile ve akraba gurubuna ait sembolik kültürlerini gizleme eğilimi gösterebiliyorlar. Henüz kimlik inşası sürecindeki savunmasız gençlerin bu durumu anlaşılabilir, nitekim hiç kimse “Çomar” ithamının muhatabı olmak istemez.
Bu durumda kalmamak için iki seçenekle karşılaşıyorlar, ya kamusal alanda karşılaştıkları yeni baskın kültürün ahlâkî ilkelerini benimseyerek benzeşecekler ve bu arkada bıraktıkları aile alanında kuşak ve kültür çatışması riskinine sebep olacak ya da içlerine kapanarak yeni baskın kültür alanından gelebilecek linç eylemlerine kulaklarını tıkayacaklar. Tam bu noktada multinomi üçüncü bir seçenek olarak ortaya çıkıyor. Bireyler o an hangi kültür alanının içindeyseler o kültürün ahlâkî ilkelerini benimseyecekler ve parçalanmış çoklu kimlikler inşa edecekler. Tek bir ahlâkî ilkeye tutunmaktan daha yüksek miktarda içsel enerji tüketmek pahasına, farklı ahlâkî ilkeler arasında bir oraya bir buraya pozisyon değiştirecekler, bu tutum zamanla bir alışkanlık haline gelecek ve anlık değişen durum ve kişisel çıkar fırsatları anında kullanışlı bir alete dönüşecektir. Ancak bu türden bir gelişme durumunda ne ahlakiliğe ne de karakter erdemlerinin gelişip ortaya çıkabilmesine yer ve imkan yoktur.
Herhangi bir ahlâkî tutum henüz bir karakter erdemine dönüşecek yeterlilikte tekrar edilmediyse, bu ahlâkî eylem için o ilkenin baskısı altında harcanan enerji, o davranışın artık karakter erdemine dönüştükten sonra tekrar edilmesi ile harcanan enerjinin kat be kat fazlası olacaktır. Basitleştirmek gerekirse karakter erdemine dönüşmüş bir eylem için harcanan enerji henüz karakter erdemine dönüşmemiş bir eylem için harcanan enerjiden çok daha az olacaktır.
Bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya dönük her çaba, irade ile ilgili bir güç gerektirmektedir. İnsanlar çoğunlukla güç gerektiren yorucu bir iş olarak, iradelerini kullanma yönünde eğilim göstermez. Bu nedenle ahlaki ilkenin mecbur ettiği ahlâkî tutumu ya hızlıca karakter eylemine dönüştürme ya da o ahlâkî tutumu terk etme eğilimi gösterirler.
Multinomi de durum farklıdır. Normal koşullarda ahlâkî ilkeye dayandırılan söz konusu eylem burada, karakter eylemine dönüşmesi beklenen, irade gücüne dayalı bir davranış olarak ortaya çıkmaz. Buradaki temel gaye hayatta kalmaya yönelik ilkel bir hayvanî güdüdür. Dolayısıyla multinomi tutumu ile sergilenen davranış ne kadar tekrar edilirse edilsin karakter erdemine dönüşmez. Birbirinden farklı ahlâkî ilkeleri benimseyen farklı guruplara dâhil olan kişilerin “mahluk” olmaları sebebiyle bir şekilde doğada ya da evrensel bir ilkede uzlaşmaları belki mümkün olacaktır, ancak multinomi bireylerin ilkeleri yüzeyde, hayvanî düzeyde kalacaktır.
3 ) Devlet, Adalet ve Ahlak İlişkisi:
Kutsiyet atfedelim ya da insani düzeye indirgeyelim, Devlet kuşkusuz insanın inşa ettiği en büyük ve üstün bir mekanizmadır. Devletin insana taahhüt ettikleri ve ürünleri göz önüne alındığında en verimlisi de aynı zamanda. Hangi gaye ile bir araya gelmiş olurlarsa olsunlar, bir topluluğun ortak bir ahlaki ilke üzerinde mutabakat sağlamış olması beklenir. Denilebilir ki o topluluğu bir arada tutan şey ortak ahlaki ilkeleri ve bu ilkelere bağlı olarak yasalara yansıyan adalet duygusudur. Zira Devletin en önemli gayesi adalet etmek, adalet ile hükmetmek yani adaleti sağlamaktır. Adalet kavramının tanımı içerisinde belirttiğimiz gibi “adalet etmek” ve “hükümet etmek” eş anlamda kullanılmıştır. Yani devletin işi hükmetmek yani adalet etmektir. Şu soru akla gelmektedir; Birden çok ahlaki ilkeye dayandırılmış ahlak anlayışlarının olduğu durumlarda devletin adaleti hangi ahlaki ilke ile irtibatlı olacak, hangi ahlaki ilkleler üzerine temel kuracaktır. Bu ahlaki ilkeler çokluğunda adalet etmesi gereken devlet kendi adaletini hangi ahlaki ilkleler üzerine temellendirecektir?
Örneğin, marjinal bir azınlık dahi olsa toplumun bir kısmı İstanbul Sözleşmesinin kaldırılmasını kanuna aykırı bulurken diğer kısmı Sözleşmenin toplum ahlakına aykırı olduğunu söylemektedir. Her iki tarafta bir hak talebindedir. Adalet etmek salt hakların eşit dağıtımı meselesi olsa idi Devletin burada nasıl adalet etmesi gerekirdi. İktidar mensuplarının hak talebinde bulunan bu taraflardan birine yakın olması ile alınan fesih kararı, bir sonraki ve karşı talebin görüşlerini paylaşan iktidar mensuplarının göreve gelmesi ile geçersiz kılınarak sürdürülecek mi? Ortada hukuki olduğu iddia edilen bir sözleşme var ve/fakat bu sözleşmenin ahlaki zemini olduğundan söz edilebilir mi?
Bir iktidar döneminde adil olduğu düşünülen fesih kararının tam zıttı bir sonraki iktidar döneminin adaleti mi olacak? Bunu devletin dinamizmi olarak mı tutarsızlığı olarak mı görmeliyiz. Hukuk herkese eşit uygulanması gerektiği kaidesi, ahlaki bir zemine inşa edilmediğinde, toplumun bir kısmına adalet iken diğer kısmına zulüm oluyorsa, problem nerededir? Öyle görülüyor ki toplumun her kesimince adil kabul edebilebilcek bir devlet ancak o toplumun ahlaki ilklerde uzlaşması ile mümkün. Bu zaviyeden bakıldığında adalet, bir iktidar dönemi bir gurubun, diğer iktidar dönemi öteki gurubun ahlaki beklentilere karşılık vermek demek mi? Bu iki yüzlü devlet adil devlet midir? Bu iktidar sahiplerinin kimliğinde tecessüm eden bir soyut varlık olarak devletin multinomi durumu değil midir?
4 ) Bürokrasi ve Multinomi:
Devlete dair bir ahlaki ikilemi ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba içerisine gireceksek, Demokrasi ile yönetilen devletlerde araştırmamızı yapmak için odaklanmamız gereken yer iktidar dönemleri ile değişen siyasi iktidarlar değil, siyasi iktidarlar değişse dahi kalıcı olan Bürokrasi olmalıdır. Artık neredeyse popülerlermiş bir cümleden yola çıkarak ve biraz da kışkırtıcı bir ifade ile iktidar demek devlet demek değildir, fakat bürokrasi demek devlet demektir diyebiliriz. İktidarlar gelir geçer devlet baki kalır klişesine de şöyle bir düzeltme yapabiliriz. İktidarlar gelir geçer, bürokrasi baki kalır. Demokrasilerde siyasetçiler seçimle görevlerinden alındıklarında buna itiraz etmez edemezler. Ancak siyasetçi gibi ve siyasetçinin emrinde olduğu halde kamu hizmeti görmekle yükümlü bürokrat seçimle gönderilemez. Üstelik siyasetçi üstlendiği kamu görevini bir hak olarak görmez iken bürokrat işgal ettiği makamı kazanılmış bir hak olarak görmeye devam eder, bu hakkı da yasa tarafından korunur. O halde devlet kimdir? Siyasetçi de tecessüm eden midir yoksa bürokratta tecessüm eden midir?
Bürokrasi teknik bir alan olduğu için bu alanda görevlendirilecek kişilerin teknik yeterlilik aranır. Bir devlet için iktidar boşluğu bir istikrar sorundur, ancak bürokrasinin boşluğu ölümdür. Örneğin kolluk kuvvetlerinin, maliyesinin, ordusunun ya da adliyesinin olmadığı bir devlet düşünebilir mi? Bununla birlikte siyasi iktidarın kim olacağını yıllarca belirleyememiş devletlerin varlıklarını sürdürmeye devam edebildikleri görülmüştür. Öyle görünüyor ki devlet iktidardan çok bürokrasi üzerinde tecessüm etmektedir.
Bürokrasi Nedir? “Bürokrasi (sözcük anlamıyla,’ göreviler tarafından yönetim” demektir. Gündelik dilde, sıradan, amaçsız idari bir iş ve kırtasiyecilik” anlamına gelen aşağılayıcı bir terimdir. Sosyal bilimlerde ise, seçilmemiş (atanmış) görevliler tarafından yönetim, kamu idaresi süreci ve rasyonel bir örgütlenme tarzı gibi birbirinden çok farklı olguları ifade etmektedir. Max Weber’e göre, bürokrasi ussallık, kurallara bağlı davranış ve kişiliksiz otoriteyle nitelenmektedir. Karşılaştırmalı devlet sistemleri alanında bürokrasi devletin idari mekanizmasını, bürokratlar ise seçilmemiş (atanmış) devlet görevlileri veya devlet memurlarını ifade etmektedir.” (Heywood, 2019, s. 532)
Makalemizde ideal olmayan ve problemli bir alana odaklandığımız için devlet memuriyeti ile ilgili Platon’un, Farabi’nin, Aziz Augustinus’un devlet tanımlarına burada yer vermeyi gerekli bulmuyoruz, nitekim mevcut demokrasi pratikleri ideal devlet, erdemli şehir ya da tanrı devleti ifadeleri tanımlamaktan fersah fersah uzaktır.
Bu makalemizde ideal olana değil, günümüz demokrasilerinde ortaya çıkan ahlak problemlerine odaklanmaktayız. Devlet yapısının en üst basamağındaki devlet başkanından en alt basamağındaki vatandaşa kadar uzanan hiyerarşik sistemi içerisinde, ahlaki uyumun, bu yapı sürekli yukarıya bakarak modellendiğini, dolayısıyla hiyerarşi içerisindeki bir üst basamakta yer alan bireyin ahlaki bakımdan sorumluluk düzeyinde olduğunu belirtelim. Soyut bir varlık olarak devletin bir ahlakından söz edilebilir mi? Bu sorunun cevabı hayırdır. Devletin bir ahlakı olmasından söz edemeyiz anacak devlet yöneticilerinin ahlaklı olması beklenir. Toplumda bir ahlaki çöküntüden bahsedebiliyorsak elbette bunu önceleyen ve belirleyen bürokratik bir ahlaki çöküntüden bahsedebiliriz.
5 ) İnsanların yaşam koşullarının farklılığı ve ideal model ihtiyacı:
Girişte de bahsettiğimiz gibi insan davranışlarını belirli bir ahlaki ilkeye dayandırma eğilimindedir. Ancak ahlaki ilkeler yazılı kurallar değildir ve insan bu ilkeleri devlet yapısı içersinde idealize ettiği yönetici sınıfını model alarak edinir. Örneğin İngiltere de nezaket, asalet formları halen kraliyet ailesi üyelerinde idealleştirilmiş ve İngiliz toplumu tarafından modellenmeye devam etmektedir. Ancak idealize edilmiş hanedanların olmadığı demokrasi örneklerinde böyle bir imkândan söz edilemez. Elbette insanın düşünen bir varlık olarak ahlaki ilkelere bizzat kendi aklı ile ulaşması beklenir, ancak toplum içerinde insanlar çok çeşitlidir. Burada değinip geçebileceğimiz bir husus şu olabilir; Filozoflar insandan beklentilerini ortaya koyarken kimi zaman bu çeşitliliği ve insanların tek tek birbirinden farklı koşullarını dikkate almamışlardır. Örneğin tüm gününü yüzlerce metre yükseklikteki inşaatın tepesinde hayatını tehlikeye atarak çalışarak geçirmek zorunda olan birinden, ya da yerin yüzlerce metre altında maden de hayatını tehlikeye atarak geçirmek zorunda olan bir kişiden kategorik imperatif ortaya koymasını nasıl beklersiniz, varlığı sorgulamasını nasıl beklersiniz? Bu beklenti vicdani bir tavır değildir. İnsanların koşullarını birbirinden farklıdır. Akdeniz melteminde, Atina vatandaşlığı koşullarında, bir eli yağda bir eli şarap testisinde avare gezen bir soytarıya “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değemez” diye nutuk atabilirsiniz, ama aynı şeyi bugün, kızgın güneşin altında, canı burnunda, hayatını tehlikeye atarak kazanmak zorunda olan bir kalıp ustasına söyleyemezsiniz.
Buradan hareketle bir toplum içinde insanların yaşam koşullarından ve doğuştan gelen kişilik özelliklerinden kaynaklı olarak, soyut ahlaki ilkeler üzerine düşünmeye, iyi, doğru ve güzel olanın ne olduğu ile ilgili düşünmeye icbar edemezsiniz. Özel koşullara sahip insanlar vardır ve en az diğerleri kadar toplum içinde var olmaya hakları vardır. Dolayısıyla onların iyiyi güzeli ve doğruyu bir nesnede veya kişide veya bir hanedan üyesinde veya kanaatine inanıp güvendiği bir kanaat önderinin kimliğinde tecessüm edecek olana güvenmekten alıkoyamazsınız. Bu modelleri ortadan kaldırıp itibarsızlaştırmak toplumun belki de büyük çoğunluğunu oluşturan sözünü ettiğimiz bu özel insanların tutundukları dalı kırıp onları rüzgâra savurmak olacaktır. Hiç kimsenin böyle bir şey yapmaya hakkı yoktur.
6 ) Devletin temas edilebilir uzuvları olarak Bürokrasi:
Devletin soyut varlığı kamusal alanda, neredeyse her yerdedir. Devletin temas etmediği neredeyse hiçbir vatandaşın kalmadığı günümüzde, onun vatandaşa görünen yüzü işte bu bürokratlardır. Hayatında bir kez dahi devlet başkanı görmemiş fakat bununla birlikte değişik kademelerde devlet memurları ile her yerde her gün karşılaşan bir vatandaş için devlet, işte tam da o an karşısında duran zabıta amiri, vergi ödediği maliye veznedarı, ehliyet soran polis memuru, kürsüde konuşma yapan rektör, pasaport talep ettiğin memurdur.
Demokrasilerde ahlak, adalet ve devlet ilişkisi açısından bu idelerin şahsiyetinde tecessüm edebileceği birer model insan veya zümre kalmamıştır. Siyasiler gelip geçicidir. Bir gün bir ahlaki değeri, başka bir gün öteki ahlaki değeri benimseyen devlet adamları ile karşılaşmak mümkündür. Vatandaş için ahlaki açıdan model alınabilecek bir insan modeli kalmadığı gibi, devletin kalıcı, görünen ve vatandaşın temas edebildiği en yakın yüzü olarak bürokrasi vardır elimizde.
7 ) Multinomi ve Bürokrat:
Bürokrat, hesap verdiği siyasi iktidarların sürekli değişmesi ile farklı ahlaki ilklerle, nas’larla karşılaşmakta ve kendi varlığını, mevcut pozisyonunu koruma gayesi ile yani multinomiyi ortaya çıkaran hayatta kalmaya dönük hayvani dürtülerle bir adaptasyon çabasına düşer. İktidar değişimlerinin sıklığı dikkate alırsak, geçen süre zarfında bürokratın bu konuda hayret edilesi bir adaptasyon kabiliyeti geliştirmiş olduğunu görebiliriz. Bir başka klişe de; iktidar değişimlerinden azade bir değişen içinde değişmeyen unsur olarak bürokrat her devrin adamı olarak varlığını sürdürmeye devam eder. Onca iktidar değişimleri süresi boyunca, birbirine taban tabana ters ahlaki ilkleleri savunan iktidarlar süresi boyunca, bürokrat nasıl oluyor da pozisyonunu hiç değiştirmeden ayakta kalabiliyor. Bürokratın, her iktidar adayının kendi ahlaki ilkelerini katı bir biçimde dayattığı, iktidar değişimleri içinde ayakta kalabiliyor olmasının sırrı nedir? Bu soruya cevabımız multinomi’dir.
Bürokrasiyi oluşturan devlet memurlarının tarafsız olup olamayacağı meselesine yönelik Heywood şu sorular üzerinden tartışmıştır.. “Devletin açık bir ideolojik amaçlar dizisine adanmış olduğu siyasal sistemler dışında, kamu görevlilerinin tümünün ya da çoğunun, kendi görüş ve tercihlerinin mesleki faaliyetlerini etkilemesine izin vermemeleri anlamında, siyasal olarak tarafsız olmaları beklenmektedir. Ancak bu anlamda tarafsızlık mümkün müdür? İdare, siyasetten ayrı tutulabilir mi, yoksa siyasal tarafsızlık, yalnızca kişisel çıkar ya da diğer önyargıların peşinden koşmanın üstünü örten sahte bir iddia mıdır?” (Heywood, 2019, s. 535)
Heywood’un sorularına, sadece ideolojik tutumları değil, bu tutumları besleyen ahlaki ilkleleri de dahil edilebileceğini düşünebiliriz. Bürokrasinin tarafsızlığından hareketle açılan bu tartışmada “Rasyonel failler olarak devlet memurları” olarak Bürokrasinin sıkı düzenlenmiş bir hiyerarşik yapı içinde rasyonel temellerde hareket eden bir yapı olarak, evet bürokrasi tarafsızdır der. Diğer bir görüş, bürokrasi için; “ gelen hükümetler, giden hükümete hizmet eden aynı göreviler tarafından karşılanmaktadır. Bu koşullar altında devlet memurları, siyasal görünümlerinden veya ideolojik eğilimlerinden bağımsız olarak iktidara gelen bir hükümet için sadık biçimde çalışabilen siyasal bukalemunlar gibi haline gelmeye zorlanmaktadır. Aksi takdirde kariyeri ciddi şekilde zarar görecektir.” (Heywood, 2019, s. 535) Düşüncesinden hareketle tarafsızlığın ve sadakatin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğundan bahisle, evet bürokrasi için tarafsızlık mümkün demektedir. “Kamu Hizmeti Ruhu” şeklinde tanımladığı bir diğer pozisyona göre; devlet memuriyetinde bulunanların ”işe alınmaları, meslek içi eğitimleri ve faaliyetlerine ilişkin süreçlerde onlara aşılanan bir olgu” (Heywood, 2019, s. 535) olarak tarafsız bir durumdan söz eder. Bu görüşe göre devlet memuriyetine alınanlar devlet, toplum ve genel çıkarlar lehine daha yüksek ilgi ile kamu hizmetine çekilmektedirler diyerek tarafsızlık konusuna Evet mümkündür demektedir.
Diğer yandan kamu görevlilerinin kariyer ve kişisel çıkar odaklı güdülendiklerini, bu nedenle çalıştıkları kurum ya da birimin güçlenmesi yönünde eğilim gösterdiklerini, böylece terfi, iş güvencesi, himaye ve itibara odaklandıklarını belirterek ilk soruya Hayır diyerek tartışmaya farklı bir cephe açmıştır. Tartışmadaki bir diğer Hayır cephesi görüşü Sosyalist ve Marksist hükümetlerin devrimci politikalarına karşı çıkan ve bürokrasiyi “muhafazakâr güç bloğu” olarak tanımlayan görüştür. Son olarak “Kurum teşkilat kültürü” ile bürokrasinin Weber’in söylediği gibi kişiliksiz idari makineler olmadığın bununla birlikte sorgusuz bir biçimde kimi inançların paylaşıldığı ve geliştirildiği kurumlar olduğunu, bunun da bir gurup kültürünü ortaya çıkardığını, “yerliye gitme” eğiliminde olan siyasetçilerin, teknik bilgi yönünden daha donanımlı olmaları ve yerli olmaları nedeniyle bürokratlara yaklaştıklarını, bu nedenle bürokrasi tarafından yönlendirilebilir hale geldiğini öne sürmektedir. Dolayısıyla tarafsız bir bürokrasiden söz edilebilir mi sorusuna hayır dediğini ortaya koymuştur.
Tüm bu pozisyonlar gösteriyor ki, öyle ya da böyle Bürokrasi bir makine değil ve tarafsızlığını dışsal bir belirleyici ile teminat almak mümkün değil. Devlet ne kadar soyut bir varlıksa bürokrat da o kadar somut, insani ve iradi bir varlıktır. Multinomi bağlamında değerlendirecek olursak “Bürokratik Çıkarcılık” pozisyonu da, “sadık siyasal bukalemun” pozisyonu da Multinomi tanımımızın geçerliliğini ortaya koymaktadır.
Değerlendirme:
Ahlaki ilkelerin yokluğundan değil, çokluğundan kaynaklanan multinomi kavramsallaştırmamız ile ileri seviye bir ahlaksızlık durumunu ifade ve ifşa etmeye çalıştık.
Doğal hukuk ve pozitif hukuk tartışmalarının da zeminini oluşturan ahlakiliğin kaynağı meselesinin, ahlak ve adalet konuları ile ilişkisine değindik. Yapısı itibarıyla multinomi durumlarının ortaya çıkmasına elverişli bir zemin olarak bürokrasiyi inceledik. Adalet beklenen merci olarak devletin, temas edilebilir uzuvları olarak değerlendirilebilecek bürokrasi içerinde ortaya çıkan multinominin; hem devlet içerisindeki hiyerarşik yapı, hem de vatandaşları da içine alan tüm toplum bileşenleri üzerindeki yozlaşmayı öncelediğini değerlendirebiliriz. “Sadık siyasi bukalemun” ve “Bürokratik Çıkarcılık” formlarında ortaya çıkan multinominin hem Farabi’nin sonrasında Hobbes’un Devlet-Beden analojisinden hareketle, bedendeki sinsi ve tehlikeli bir hastalık olduğunu değerlendirebiliriz.
Günümüz demokrasileri ile Platon’dan Augustinus’a, Aristoteles’ten Farabi’ye ideal devlet, tanrı devleti ya da erdemli şehir tanımlarıyla ortaya koyulan ve mutlak iyi’ye yönelmiş ve bu yönde erdemlerin kuşanıldığı, bir ülkü birliği içindeki bir devletten söz edebilir miyiz? Bu soruya evet cevabını verebilmek zor ve umutsuz görünüyor. Diğer taraftan bu filozoflar hiç, tam anlamıyla idealize ettikleri türden bir devlette yaşayabildiler mi? Bu soruya vereceğimiz hayır cevabı da bizi umuda götürecektir.
İyi doğru ve güzele yönelerek mutluluğa ulaşmak için adil ve erdemli bir devlet inşa etmek fikrine güçlü bir itiraz gelmeyeceği açıktır. Bununla birlikte en azından devlet içinde, bir amaç birliği ve bunu da temellendirecek, üzerinde mutabakat sağlanmış bir ahlaki ilkeye ihtiyaç olduğu da açıktır. Yine bir beden analojisi üzerinden hareket etmek gerekirse, bedenin belirli bir gayeye ulaşmak için bütün uzuvları ile harekete geçerek uyumlu bir şekilde ulaşmak istediği nesneye yönelmesi gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi ise ancak sağlıklı bir beden ile mümkün olacaktır. Bedenleri saran enfeksiyon nedeni ile hastalar ya hareket kabiliyetlerini tümden kaybeden ya da çok zor hareket edebilirler. Enfeksiyon hayati organlara, örneğin beyne sıçradıysa uzuvları arasında ahengi de kaybederler. Kollarını nereye uzattıklarını bilemez, ayakları boşluğa basıyormuş hissi ile dengelerini kaybederler. Bu bedenin iyiye, güzele, mutluluğa ulaşmak gibi yüce ve zorlu gayeleri var ise, bu çetin yolculuğa çıkmadan önce bünyesindeki mikroptan kurtulması gerektiği gibi bu mikrobun üreyip çoğalmasına neden olan sebepleri de ortadan kaldırması gerekmektedir. Multinomi ile ortaya koymaya çalıştığımız şey, çıkarcılık, ikiyüzlülük, hırs ve daha birçok kötülüğün ortaya çıkmasına olanak sunan, doğal hukuk pozitif hukuk tartışmasının da zemin bulduğu, devlet içindeki ahlaki ikilemin ortadan kaldırılmasının zorunlu olduğuna dikkat çekmektir. Birbiriyle tutarsız ahlaki ilkelerin varlığı durumunda ortaya çıkan multinomi devlet mekanizması içerinde sürekli mutasyon geçiren, teşhis ve tedavisi zor bir hastalıktır. Devlette işler yolunda gidiyor olsa dahi, kendi gücünü hatırlatma ve kalıcılığını realize ederek gösterme eğilimindeki bürokrasi bu yönüyle iktidar değişimlerinin de temel dinamiği durumundadır. O halde adil ve ideal yönetime erişmek için Farabi’nin kalb’e yer açan şehir-beden analojisi ile ortaya koyduğu erdemli şehrini, Hobbes’un yaratık formundaki Laviathan’ına tercih edeceğiz.
Kaynakça
Aristoteles. Nikomakhos’a Etik. Aristoteles içinde, Nikomakhos’a Etik.
Ayverdi, İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
Bekiroğlu, H. (2015). Said Halim Paşa ve Siyaset Ahlakı. İstanbul: İlke Yayıncılık.
Cevizci, A. (2014). Aristoteles Hayatı ve Eserleri. Aristoteles içinde, Nikomakos!a Etik (s. 9). İstanbul: Say.
Giddens, A., & Sutton, P. W. (2013). Suç ve Sapkınlık. A. Giddens, & P. W. Sutton içinde, Sosyoloji (s. 946). Cambridge: Kırmızı.
Heywood, A. (2019). Siyaset (20 b.). (F. Bakırcı, Çev.) Felix.
Hobbes, T. (1651). Leviathan. (S. Lim, Çev.) Collier Books.
Malik, E. b. (776). Husnü’l Halk,8; Müsned/2. E. b. Malik içinde, el-MUVATTA’ (s. 381). Medine: Ensar.
Manzur, İ. Lisanü’l-Arab,. M. A. Tahk. Abdullah Ali el-Kebir içinde, Lisanü’l-Arab,. Kahire.
Naşit, İ. G.-A. (1283). Zübdet’ül-Liügat. İstanbul.
NİŞANYAN, S. (2002-2022). nisanyansozluk.com/kelime/etik. Haziran 8, 2022 tarihinde Nişanyan Sözlük: https://www.nisanyansozluk.com/kelime/etik adresinden alındı
Osmanoğlu, Ö. (2021). İdeal Devlet Erdemli Toplum. İstanbul: Ark.
Osmanoğlu, Ö. (2021). Siyaset Felsefesinde Adalet,İlkçağ ve Ortaçağ’da Adalet Teorileri. İstanbul: Ark Kitapları.