Töz.. İnsanlık tarihi boyunca zaman içerisinde ortaya çıktığı ve bundan sonra da ortaya çıkmaya devam edecek olduğu zannedilen tüm düşüncelerin temeli. Varolan tüm düşüncelerin kaynağı, merkezi, çekirdeği, arkesi, altta duranı. Ezeli, ebedi ve sonsuz olan. Varlığın olduğu gibi, düşüncenin de tözü bir ve tek olan, aynı tözdür. Tözün mahiyetine ve miktarına dair tartışmalar sadece felsefenin ilgi alanındaki tartışmalar değildir, bu tartışma aynı zamanda tanrı tasavvuru tartışmaları olarak dinlerin de ilgi alanındadır. Dinlere göre, tözün bizzat kendisi töze dair bilgimizin, tanrı tasavvurumuzun kaynağıdır. Vahiy aracılığı ile insanla doğrudan irtibat kuran tanrı, tözü anlamaya çalışan, kendisini bilmek isteyen insanı başıboş ve çaresiz bırakmamıştır.
Sadece bir tek tözden söz edebileceğimiz bir durumda, tözün mahiyetinden kaynaklı olarak ayrıca bir düşünce tözünden bahsedemeyeceğimize göre, varlık ve düşünce temel de bir ve aynı şeydir. Dolayısıyla varlık, her ne şekilde ortaya çıkmış olursa olsun, düşüncenin de onunla aynı anda ortaya çıkmış olduğu açıktır. Bu durumda varlığın tözün kendi mahiyetine dair bilgiyi, sonradan vermiş olması gibi bir durum söz konusu olamaz. O hale töz ezeli olduğu gibi, töze dair bilgi de ezeli idi. Ve tanrı, tarihsel bir varlık olarak var ettiği insana, töze dair bu ezeli bilgiyi, bir tür tarihi nitelikte ve süreçte verdi. Dinlere, mitolojiye baktığımızda, töze dair bu bilginin ilkin vahiy ile doğrudan verildiğini görüyoruz. Devamında felsefede logic ile muhtemelen dinde de var olan ezeli bilgiden mülhem elde edilebildiğini görüyoruz.
Dolayısıyla tözün, tarihsel alanda kedisini açması sonucu tarihsel varlıklar olarak ortaya çıkmış olmamızın oluşturduğu noksanlıkla töze dair ileri sürdüğümüz düşünceler ve tezlerin tümü ezeli olan bilginin, bozulmayı zorunlu kılan yasaları uyarınca, çoğalması ve bozulmasından ibarettir.
İnsanlık tarihi boyunca üretilmiş tüm düşüncelerin, töze dair ezeli bilginin birer bozulmuş ve çoklukta dağılmış parçaları olduğundan hareketle; Her bir fikir kırıntısının töze dair ezeli bilginin bir kalıntısı olduğunu; düşünce ve varlık ayrımı yapılamayacağından hareketle de; bizzat töze ait olduklarını tespit etmiş olduk. Ayrıca ezeli bilginin birer parçası olmaları nedeniyle değerli olduklarını tespit etmiş olduk. Tarihse süreçte hem bizden önce başka zihinlede ortaya çıkan hem de kendi zihinlerimizde ortaya çıkan bu ezeli- ebedi ve sonsuz bilgiye ait kırıntıları keşfetmek için yaptığımız tüm araştırmaları günümüz dili ile sonsuzluk arkeolojisi olarak tanımlayabilir. Sonsuzluk arkeolojisini ise; tarihsel süreç içerisinde başkaların zihinlerinde ve kendi zihinlerimizde ortaya çıkan, ezeli tözün sonsuz bilgisinin kırıntılarınının araştırılması diye tanımlayabiliriz.
Bu makalemizde töze dair düşüncelerini ortaya koymuş iki önemli filozofun töz anlayışlarını karşılaştıracağız. Kartezyen felsefenin kurucusu Rene Descartes’i ve tözün birliğine dair düşünceyi tek tanrılı dinlerden ve antik çağda Parmenides’ten sonra 16.yy’da bir kez daha güçlü bir biçimde ortaya koyan Baruch Spinoza’yı inceleyeceğiz.
Şüpheciliği bir metod olarak değerlendiren Descartes’i ‘’cogito ergo sum’’ yargısına ulaştıran süreç; onun duyu verilerinden elde ettiği bilgilere dair kesinlik arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Descartes’e göre duyum yoluyla gelen bilgilerin kesinliklerinden söz edebilmesi mümkün değildi, dolayısıyla bir kesinlikten söz edemeyeceği bu bilgilerin tamamından şüphe edebilirdi. Ona öyle bir bilgi lazımdı ki kesinliğinden asla şüphe edilemez olsun. Descartes bu şekide nesnel dünyaya ait her bir varlıktan tek tek şüphe ediyordu. Etrafta gördüğü şeylere dair derin düşüncelerini kaleme aldığı meditasyonlar’ında varlığından şüphe edemeyeceği tek bir varlığa nihayetinde ulaşıyordu. Kendi bedeninden dahi şüphe eden Descartes için varlığından şüphe edemeyeceği tek şey düşüncesinin kendisi idi. Çevresinde gördüğü varlıkları hakında şüpheye düşen, bu varlıklar hakkında düşünen varlık olarak sadece kendisinden şüphe etmiyordu. Düşünüyordu o halde vardı.
Descartes öncelediği kendi varlığından hareketle tanrı kavramına, tanrıdan hareketle doğaya kavramına ulaşıyordu. Böylece etrafta gördüğü şeylerin varlığını bir temele dayandırdırmış oluyordu. Ancak rtada ciddi bir sorun vardı. Descartes tanrının varlığını başlangıçta kendi varlığına dayandırıyordu. Varlığı başka bir varlığa dayanan şey nasıl olurda tanrı olabiliridi. Tanrı kendisine dayanılan olmalıydı. Descartes ‘’Cogito ergo sum’’ diyerek kendi varlığını diğer tüm şeylerin dayandığı temel olarak ele alıyordu ve tanrı da bunun dışında değildi. Elbette yaşadığı dönem dikkate alındığında dışarıda kendisi hakkında ciddi bir tehdit söz konusuydu. Descartes bu noktadan sonra düşüncenin ve varlığın düzenini ayırarak bir çıkış yolu bulmaya çalışmıştır. Düşüncenin düzenine göre önce düşünen beni, sonra tanrıyı, sonra doğayı getiren Descartes; ortaya koyduğu tözler ayrımı ile varlığın düzeninde ise tanrıyı en başa, sonra insanı ve doğayı getirmiştir. Bu şekilde ortaya çıkan tepkiyi bastırmayı başarmıştır. Ancak ne var ki bu tözler ayrımı modern dönemi de kapsayacak şekilde dualizmi ortaya çıkaracaktır. Descartes bu töz ayrımını yaptıktan sonra tüm felsefesini bu dualizm üzerine inşa etmiştir. Buna göre düşüncenin ve maddenin tözleri ayrıdır. İnsanı da aynı şekilde bu iki tözden oluşmuş olarak ele almıştır.
Her iki alanın yasaları birbirinden farklıdır, biri diğerine temas edemez o alanı belirleyemez demiştir. Belirlenimciliğin olduğu fiziki dünyanın yasalarının, düşüncenin yani ruhun yasalarından tamamen bağımsız olduğunu ileri sürmüştür. Dolayısıyla insanın ruh ve bedeninin birbirinden bağımsız iki farklı töze dayandığını iddia etmiştir. Fakat insanın düşünceleri ile bedeni üzerindeki tasarrufunu tam olarak açıklayamamıştır. İnsan beyninde ‘’ruhun sandalyesi’’ olarak tanımladığı kozalaksı bir yapı ile ruhun bedene bağlandığını ileri sürmüştür.
Spinoza; Descartes’in tözler ayrımına karşın yalnızca tek bir tözün varlığından söz etmiştir. ‘’Doğa ile özdeşleştirilmiş sonsuz tanrısal töz; Tanrı ya da Doğa’’2 Spinoza’nın düşüncelerini açık ve seçik aksiyomlarlara dayandırdığı tümdengelimli geometrik yöntem Spinoza için hakiki felsefeyi geliştirmenin yanılmaz bir aracıydı. Spinoza’a Descartes’in ortaya koyduğu, düşüncenin ve varlığın birbirinden bağımsız tözleri olduğu görüşüne itiraz etmiştir. Spinoza’ya göre birbirinden bağımsız tözler olamaz, zira birbirinden ayrı olmaları birinin diğerinden nitelikleri bakımından farklı olmasını gerektirecektir. Ayrıca iki tözden söz edecekek, bu iki tözün birbirini sınırlandırması gerekecektir, oysa töz sonsuz ve sınırsız olmalıdır.
Spinoza, Descartes’le ortaya çıkan bu problemi aşmak için varlığın kipleri düşüncesini ortaya koymuştur. Buna göre varlığın birbirinden bağımsız birden çok tözleri olamazdı. Peki nasıl oluyordu da sonsuz töz, sonlu doğada ortaya çıkıyordu, oluş ve bozuluşa tabi oluyordu. İşte Spinoza’nın tanrının doğada kipleşmesi olarak tanımladığı bu durum burada ortaya çıkıyor. Spinoza’ya göre tanrı sonsuz sayıda niteliğe sahip ancak biz bu sonsuz sayıdaki nitelikten ancak düşünce ve doğadaki niteliklerini kavrayabiliyoruz.
Sonsuz bir töz olarak doğayı tanrıdan ayırmak ta mümkün değildir Spinoza’ya göre. Tanrının doğa tarafından sınırlanamayacağı, doğanın da sonsuz bir töz olanın dışında olamayacağından yola çıkarak, tanrıdan başka hiç bir sözden bahsetmek mümkün değildir. Bu durumda doğa ve tanrı ayrımı yapmanın da olanağı ortadan kalkmış olmaktadır. Ancak tanrının natura naturans kipleşmesinin dışından yani natura naturata’dan tanımlanabilmesi mümkün değildir. Çünkü bunu kavramaya çalışan zihin de natura naturata kipleşmesi ile ortaya çıkmıştır, yani zihin de uzamda ve düşünce de kipleşmiştir. Ve insan, tanrının sonsuz sayıdaki niteliğinden sadece kendi kipleşme tarzına uygun olarak ortaya çıkan niteliklerini, yani sadece uzamda ve düşüncede ortaya çıkışını bilebilir.